google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Theatrum mundi (*)

“Hayat, siz plan yaparken başınıza gelenlerdir.” der John Lennon…

Tüm hayatını, aynen planladığı şekliyle yaşayan kaç kişi vardır ki bu dünyada?

Sürprizler, tesadüfler yol ayrımlarını, yol ayrımları ise geleceğini belirler insanın.

Benim en büyük gençlik aşkım tiyatroydu mesela.

Bir gün, konservatuarda okuyup, tiyatro oyuncusu olmak süslerdi hayallerimi.

Öğrencilik yıllarımda beş yıl sahneye çıktım okul tiyatrolarında, bazen de amatör gruplarla.

Yıl 1987’di, Karşıyaka Belediyesi’nin tiyatro topluluğundaydım…

Roman Mahallesi’nde geçen bir oyun sergileyecektik; roller dağıtılmıştı, repliklerimi ezberliyordum.

Aynı dönemde gazeteciliğe başlamıştım.

Bir yandan okul, diğer yandan iş;  provalara devamsızlığım arttıkça arttı.

Yönetmenimiz çekti bir gün beni karşısına: “Ya tiyatro, ya gazetecilik” dedi.

30 yıl öncesinden bahsediyorum, o yıllarda ne özel televizyonlar vardı, ne de bu kadar özel tiyatro.

Bugünün tersine, iş bulma şansı çok zordu tiyatrocuların…

Yine, bugünün tersine, o yıllarda gazetecilik en saygın mesleklerden biriydi…

Ve büyülemişti beni bir anda…

Gazeteciliği seçtim, veda ettim gençlik aşkıma, tiyatroya…

Yarım kalan aşklar unutulmazmış…

Unut(a)madım ben de…

Yıllarca devlet tiyatrolarında hiçbir oyunu kaçırmamaya çalıştım.

Halen de tiyatro adeta tutku boyutunda bir bağımlılıktır benim için…


***


Medeniyetin tiyatroyla başladığını söylemek yanlış olmaz.

Demokrasi tarihinde özel yeri olan bütün eski uygarlıklarda hep tiyatroyu görürsünüz…

Örneğin Roma…

Örneğin Antik Yunanistan…

Hatta Antik Yunan’da, daha Perikles döneminde halkın tiyatroya ilgisini canlı tutmak, orta halli ve fakir kesimin de tiyatro izleyebilmesi için bilet paraları devlet tarafından ödenmiş.

Toplumsal aydınlanma sürecinde kitleleri bilinçlendirme görevi hep tiyatronun olmuş.


***


Zamanında Romalılar fethettikleri yerlere ilk olarak üç yapı dikerlermiş: “Hamam, kütüphane, tiyatro”

Neden mi?

Şöyle düşünürmüş Romalılar: “Hamam bedeni, kütüphane beyni, tiyatro ise ruhu temizler”

Artık her evde banyo yapılacak ortam mevcut…

Dolayısıyla, hamam geleneği ister istemez yok olmaya yüz tuttu…

Matbaa ve baskı teknolojisindeki ilerlemeler neticesinde artık kitaba ulaşmak, kitap sahibi olmak hem çok kolay hem de çok ucuz…

Eh, kütüphane sayısındaki azalmayı da bu mantık penceresinden bakarak açıklayabiliriz…

Peki ya tiyatro?


***


Sinemanın gelişiminin tiyatronun önemini azalttığı fikrine katılmam mümkün değil.

Sinemanın yeri ayrıdır, tiyatronun yeri ayrı…

Bir solisti, bir müzik grubunu konser kaydından mı dinlemek daha doyurucudur yoksa canlı performansına tanık olmak mı?

Elbette canlı izlemek değil mi?

Nasıl ki CD, DVD, internet gibi teknolojilerin canlı konserlere ilgiyi azalttığını iddia edemezsek, sinemanın da tiyatronun önünü kestiğini söyleyemeyiz…

Her türlü teknolojik hilenin hâkim olduğu bir film ile canlı, çıplak ve yalın bir biçimde sergilenen bir tiyatro oyunu aynı kefeye konabilir mi?

Nasıl ki, elma ile armut birbirine benzeyen ama farklı iki ayrı meyve ise, tiyatro ile sinemayı da bir tutamazsınız…

Bu yüzden sinema ne kadar gelişirse gelişsin, tiyatronun asla yerini alamaz…

Sinema bir görsel şovdur ama tiyatro, Romalıların da ifade ettiği gibi “ruhun arınması”dır…

Canlıdır…

Sıcaktır…

Doğaldır…

Hayatın ta kendisidir tiyatro…


***


Latince “Theatrum mundi”  diyorlar…

Yani bütün dünya bir tiyatro sahnesidir.

William Shakespeare  “Nasıl Hoşunuza Giderse”  adlı oyununda hayatla tiyatroyu mükemmel bir biçimde bağdaştırır: “Bütün dünya bir sahnedir. Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece bir oyuncu; girerler, çıkarlar. Bir kişi birçok rolü birden oynar.”

Gerçekten daha doğar doğmaz kendisini büyük bir tiyatronun içinde bulur insan.

Psikoloji bile kabul etmiş bu gerçeği, “rol” terimine gönderme yaparak “sosyal rol” diye adlandırmış insanın dönemsel sorumluluklarını…

Psikolojinin “sosyal rol” dediği şey aslında düpedüz “hayat” adını verdiğimiz uzun (belki de çok kısa) oyunun elimize tutuşturulmuş bir senaryosu değil midir?

Çocukların rolü belli…

Anne babanın rolü belli…

Yönetenin, yönetilenin…

Zenginin, garibanın…

Güçlünün, zayıfın…

Herkesin rolü belli… 

Zira senaryo belli!


***


Hayat, tek bir seyircisi olan bir tiyatro…

Gözümüzün önünde oynanan bir dev tiyatronun seyircisiyiz hepimiz.

Ama interaktif bir tiyatro aynı zamanda hayat.

Seyircisini de bünyesine alan, ona da roller veren bir tiyatro…

Gündelik yaşantımızda ritüeli, seremonisi belli olan her sosyal olay bir tiyatro değil mi?

Kültürden kültüre farklılık gösterse de cenaze törenleri bile bir tiyatro oyununun parçası değil mi?

Evlilik törenleri bile senaryosu belli bir piyes değil mi yıllardır tekrarlanan?

Siyaset bile kocaman bir tiyatro sahnesi değil mi iyi adamların ve kötü adamların rol aldığı.

Ve hepimiz rol yapmıyor muyuz aslında?

Bazen öğretmenden azar işitmemek, bazen patronun hışmına uğramamak için rol kesmiyor muyuz hepimiz?

Bazen sevdiğimiz insanların gönlünü çalarken, bazen gitmek istemediğimiz bir davete neden katılamayacağımıza dair mazeret uydururken…

Bazen mesleğimizde yükselmek için, bazen haksızken haklı çıkmak için, bazen bizi üzen birisinin vicdan azabını derinleştirmek için…

Bazen sıkıldığımız bir ilişkiyi noktalarken, bazen kendimizi topluma olduğumuz kişiden farklı bir biçimde lanse ederken…

Seyircisi olduğumuz hayatın aktörleri arasına dâhil olmuyor muyuz?

Kostümüne kadar sadık kalıyoruz hatta oynadığımız tiyatronun.

Hepimizin evinde askıda asılı maskeler yok mu, ruh halimize göre takıp dışarı çıktığımız?

Maskesiz insan var mı?

Daha milattan önce 400’lü yıllarda gündüz vakti elinde fenerle gezen ve ne arıyorsan diyenlere “insan arıyorum” diyen Diogenes’in tepkisi bu maskelere değil midir aslında?


***


Hayat denen tiyatronun dağıttığı rollere vardır hepimize.

Kimilerimiz bizzat ve isteyerek talip oluruz rolümüze…

Kimilerimizin rolü ise zorunlulukların sonucudur…

Molière’in Kibarlık Budalası’ndaki Mösyö Jourdain gibi görgüsüzler de bu senaryonun parçasıdır.

Samuel Becket’in “Godot”sunu bekleyenlere de rastlamak mümkündür hayatta…

Ya da Sophokles’in Antigone’u gibi haksızlıklara, adaletsizliklere isyan edenler de vardır aramızda…

Yani, bugün hayat denen oyunun her aktörünün bir karşılığı vardır tiyatroda.

Bu yüzden sinemadan çok daha özeldir yeri tiyatronun.

Okuduğu bir kitabın filmini izlerken çoğu zaman hayal kırıklığına uğrar insan.

“Ben böyle tasavvur etmemiştim” der.

Çünkü sinema yalancıdır, göz boyar, kandırır, istediği gibi manipüle eder seyirciyi…

Ama dürüsttür tiyatro…

Bu yüzden yüzyıllar önce yazılmış bir oyunu bugün bile aynı keyfi alarak izlersiniz.

Bu yüzden, örneğin Sokrates’in Savunması’nı izlerken insanlığın günümüzde dahi içinde olduğu acz ile yüzleşirsiniz.


***


Doğar doğmaz “perde” der hayat bize.

Kimse oynamak isteyip istemediğimizi bile sormaz; bir güç iteler bizi sahnenin ortasına.

“Kader” denen senaryoyu tutuştururlar elimize.

Senaryoyu yazıldığı şekilde sahnelememizi bekler hayat…

Kimileri kelimesi kelimesine aynı söyler replikleri, tıpkı kendisine dikte edildiği gibi.

Ama isyan edenler de vardır senaryoya…

Oyunun dışına çıkıp, kendi repliklerini doğaçlama söylemeye başlayanlar da.

Kendi yorumunu katanlar da…

Hayat tiyatrosunun gerçekten “usta”ları bunlardır aslında…

Yazılmış bir oyunun basit, sıradan bir figüranı olmaktansa, kendi yazdığı oyunun başrolüne talip olanlardır onlar.

Figüranlar hatırlanmaz, ustalardır ölümsüz olan…

Ve, finalde oyuncu değil, yorumudur alkışlanan…


(*)”Bütün dünya bir tiyatro sahnesidir” anlamına gelen Latince özdeyiş



YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...