google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Tabula Rasa

John Locke…

Bir Jean Jacques Rousseau, Descartes, Voltaire kadar tanınmasa da,  gelmiş geçmiş en önemli filozoflardan biridir bence Locke…

Düşünce özgürlüğünü ilk dile getiren isimlerden biri olarak Avrupa’daki aydınlanma ve akıl çağının öncüsü kabul edilir.

İnsan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini savunan John Locke özgürlükçü fikirleriyle krallık rejimlerinin korkulu rüyası olmuştur tarihte…

1215 yılında imzalanan Magna Carta’yı uygulamaya yanaşmayan kralın yetkilerini kısıtlayan 1689 tarihli “Bill of Rights” (Haklar Yasası)  John Locke’un düşüncelerinin eseridir.

Hatta öyle ki, İngiliz, Amerikan ve Fransız Devrimlerinin üçü de Locke’un fikirlerinden esinlenmiştir.

Demokrasiyi tanımlarken sıkça kullandığımız “bir kişinin özgürlüğünün alanı, başkasının özgürlük alanının sınırında biter.” yaklaşımı da John Locke’a aittir örneğin…

Demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü alanında ortaya attığı devrimsel görüşlerine dair binlerce makale yazılmasını hak eden bir fikir adamıdır Locke.

Ama ben, bu yazımda, özellikle odaklandığım “Tabula rasa” teorisini irdelemek istiyorum…


***


Locke, insan zihninin doğuşta boş bir levha olduğunu iddia eder.

Zaten “tabula rasa” kelimesi de latince “boş levha” anlamına gelir…

“A priori” denilen, doğuştan insan zihnine kazınmış bir bilgiyi savunan rasyonalist filozofların aksine sezgilere veya doğuştan gelen bilgilerin varlığına inanmaz John Locke.

Boş levhayı dolduran ancak deneyimlerdir…

Hatta matematik dahil tüm bilimler deneyimlerin sonucudur.

Dolayısıyla da Locke bilgiye ulaşmanın tümdengelim değil tüme varım yöntemiyle mümkün olduğunu savunur.

Locke doğuştan bilgi olsaydı küçük çocuklarda da, cahillerde de mantık olurdu der ve ekler: 

“Hiç kimse bahsedildiğini duymadan bir hakikati bilemez.”

Locke kaderciliğe de karşı çıkar.

Levha bizim aklımızın, deneyimlerimizin eseridir…

Yani özetle bilmek, tecrübeyle mümkündür Locke’a göre…

Locke’un bilginin deneyimler sonucu ortaya çıktığı iddiası ışığında şöyle bir çıkarımda bulunmak pekâlâ mümkündür:  “Dünyaya boş geliriz ve tecrübelerimiz ışığında, yaşadığımız oranda doldurmayı başarırız zihinsel ve duygusal levhamızı.”

Her deneyim yeni bir bilgi kazandırır bize ve her bilgi bizi olgunluk yolunda bir adım daha ileri götürür.

Kimimizin levhası dolar taşar deneyimlerle; kimimizinki ise neredeyse bomboş kalır.


***


“Çok okuyan mı çok gezen mi bilir?” polemiğinde hep unutulan bir şık vardır bence…

Kanımca, bir madde daha eklemek gerekir, “çok yaşayan mı?

Evet, okumak çok önemlidir…

Ama sadece kitabi bilgiler yeterli gelmez hayatı algılamaya…

Gezip görmek de önemlidir, evet…

Ama turist olarak sadece tarihi yerleri, ören yerlerini gezmenin sunacağı vizyon sınırlıdır…

Hayat Locke’un da ifade ettiği gibi, bilginin hem kaynağı hem de uygulama safhasıdır.

Bilginin ve tecrübenin teoriden pratiğe geçme safhasıdır yaşamak…

Burada yaşamaktan kastettiğim kaç yıl hayatta kalındığı değil elbette.

Deneyimlerin sonucunda ulaşılan sentezler…

Hayatın öğrettikleri…

Yaşamın bize sunduğu tezler ve antitezler içinde kendi öznel sentezimize ulaşmak…

Deneme yanılma yöntemiyle; hatalar yaparak ve yaptığımız hatalardan ders(ler) çıkartarak bizi biz eden değerleri belirlemek…


***


Nobel ödüllü Amerikalı yazar William Faulkner “You Can Feel Good Again” (Kendini Yine İyi Hissedebilirsin) isimli eserinde “Dünya moleküllerden değil hayat öykülerinden oluşur” der.

Çok sevdiğim ve katıldığım bir yaklaşımdır bu.

Gerçekten de hayatın sırrı yaşam öykülerinde gizlidir.

Ne kadar çok yaşam öyküsüne tanıklık ederse insan, o kadar çok şey öğrenir hayattan.

Bu yüzden biyografi kitapları belki de tüm kitaplar arasında en didaktik olanlarıdır bence…


***


Hiç bir hayatı küçük görmemek, hafife almamak gerek…

Kimin bize ne öğreteceğini bilemeyiz, önceden kestiremeyiz.

Keza bizim kime ne öğretebileceğimiz de…

Her yaşamdan alınacak bir ders mutlaka vardır.

Bazen küçücük bir çocuktan bile alınacak feyzler vardır.

Ya da bazen farkında bile olmadığımız yaptığımız küçük bir iyilikle bir insanın hayatını değiştirme şansını yakalarız…


***


İnsan sarrafı olabilmeyi olanaksız bulsam da bu yetiden nasiplenebilmenin çok farklı kimseler tanımakla mümkün olduğuna inanırım.

Her insan yeni bir dünyadır keşfedilecek…

Ve her yeni keşif sonrasında biz de yenileniriz aslında.

Her keşif bir şeyler katar bize...

Deneyimlerimiz yeni keşiflere hazırlar bizi...

Ve  yeni keşifler kırbaçlar içimizdeki kaşif ruhunu...

Önceki keşiflerimizde öğrendiklerimiz aydınlatır yolumuzu...


***


Deneyimli bir esnaf mesela, daha müşteri dükkânına girer girmez anlar alıcı olup olmadığını…

Kıdemli emniyet mensupları mesela daha yüzüne baktığında okurlar karşısındakinin cibilliyetini…

Keza yıllarını mesleğine vermiş öğretmenler sesinin tonundan bile anlarlar öğrencisinin derse çalışıp çalışmadığını ya da yalan söyleyip söylemediğini…

Hiç kimse doğuştan sahip değildir bu yeteneğe…

Hepsi deneyimlerin sonucudur.

Çok farklı kişiler tanımış olmanın belki de kişinin farkında olmadan bilinçaltına yerleştirdiği bir yetenektir bu…


***


Hep belirli bir kesimle dostluk kurmuş, hep aynı sosyal tabakadan insanlar tanımış birisi bu bağlamda dengesiz beslenmiş birisi gibidir.

“Sen, ben, bizim oğlan” kısır döngüsünün içinde tıkılıp kalmıştır.

Sadece belirli renkleri algılayabilen kuşlar misali salt belirli yaşamlar hakkında bilgi sahibidir…

Yani levhanın sadece bir bölümünü doldurur…

Prizmanın sadece tek bir yüzünü görür....


***


Bu yüzden, yaşamın içinde ve herkesle iletişim halinde olmaktan geçer bilgeliğe giden yol.

Hayatın bir okulu yok…

Kitabı da…

Farklı yaşam öyküleridir yegâne ders kitapları hayat okulunun.

O kitapları okudukça, farklı hayatlarla yüzleştikçe bilgi sahibi oluruz.

İşittiğimiz yanlışlardan sakınırız ya da hayranlık duyduğumuz başarı öykülerini örnek alırız kendimize…


***


Altı kör adamdan bir fili tarif etmeleri istenmiş…

Birincisi filin karnına dokunmuş “bu tamamen bir duvar” demiş…

Dişine dokunmuş ikincisi,  “fil çok sivri bir şey” diye görüş belirtmiş…

Hortumuna dokunmuş üçüncüsü “bu canlı boruya benziyor” yanıtını vermiş.

Dizine dokunmuş dördüncüsü “bu bir ağaç” demiş…

Kulağına dokunan beşinci adam “fil bir yelpazeye benziyor” hükmünde bulunmuş.

Altıncı adam ise kuyruğunu eline almış filin ve “halata benziyor bu hayvan” demiş…

İşte hayatı sadece bir boyutuyla yaşayan, sadece belirli çevrelerde bulunmuş insanların deneyimleri de aynı bu altı kör adamın fil tasvirinden farksızdır.

Hiç biri bütünü algılayamadığından yaptıkları tanımlar da yetersiz, havada kalır bu yüzden…


***


John Locke “tabula rasa” diyor ve boş bir levhaya benzetiyor insanı.

Ve çok da haklı bence…

Düşünün…

Boş doğuyoruz…

Bomboş…

Bebekken anılarımız mı var örneğin?

Zaferlerimiz mi?

Hayal kırıklıklarımız mı?

Ve en nihayet yine boş ölüyoruz…

Bomboş…

Öldükten sonra neye yarar hayaller?

İşte bu iki boşluğun arasını, yani levhamızı nasıl doldurabildiğimizdir yaşamak…

Ardımızda bomboş bir levhayla veda etmek de mümkün hayata…

Ya da boşluğu tıka basa doldurup yıllar ötesini taşmak da…


***


Ne kalır bu boşluktan geriye?

Yaşamayanlar için hayaller, yaşayanlar içinse anılar…

Yaşamayanlar için varsayımlar, yaşayanlar içinse deneyimler…

Bunun kararını sadece biz verebiliriz…

Nasıl yaşadığımızla…

Hayatımızı ne kadar doldurabildiğimizle…

Gökkuşağımıza ne kadar renk ekleyebildiğimizle…

Tamamen boşluğun derinliklerinde kaybolmadıysak tabii ki…



 






YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...