google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Rozetiniz Kaç Kilo?

“Tanrı kimseye kaldıramayacağı makam, hazmedemeyeceği unvan vermesin.”

Böyle bir söz var dilimizde, değil mi?

Araştırdım, soruşturdum; ilginçtir başka hiçbir dilde benzer bir ifadeye rastlamadım.

Sadece Türkçede bulunması da tesadüf olmasa gerek.

Boşu boşuna türememiş herhalde bu yaklaşım.

Laf olsun diye de söylenmemiş tabii ki.

Elbet var bir kıymetiharbiyesi…


***


Makam ve mevki sahibi olma hırsı yumuşak karnıdır insanımızın.

Yeter ki adının önüne bir unvan yazılsın.

Aman bir rütbe kondurulsun epoletlerinin üzerine…

İnanmayacaksınız belki,  “mevki ve makam sahibi olma duası” diye bir başlığa rastladım internette.

“Pes” dedim içimden…

Arz talep bağlantısı deyip geçmek mümkün de…

Talebin bu hale gelmesi,  söz konusu zaafın boyutlarının vahametini göstermiyor mu?


***


İçinde “alçaklık kompleksi” yaşayan, kendince suni “yükseklikler” yaratarak gidermeye, gizlemeye çalışır bunu.

Yani, saygı ve değer görme açlığını, rütbesinin arkasına saklanarak gidermek ister.

Kendisine değil, unvanına güvenir.

Kolayına gelir zira.

Ego sorununun belirtileri böyle ortaya çıkar zaten.

Toplumumuzda fazlasıyla örneğe rastlayabilirsiniz bu bağlamda…

Örneğin alt tarafı “apartman yöneticisi” seçersiniz;  ertesi gün yürüyüşü bile değişir adamın.

Sanki sekiz on daireli bir apartmanı değil de, dünyayı yönetiyormuş pozlarına girer bir anda.

Sosyal bilinçaltımızda da yeri vardır bu zaafın…

Mesela hiçbir dilde, kültürde “ağabey, abla, amca” unvanlarına rastlayamazsınız…

Sadece bizim toplumumuza özgüdür bu.

Kişi, kendisinden yaşça büyük birisine adıyla seslendiğinde ayıplanır…

“O senin büyüğün, ‘ağabey’ diyeceksin” diye uyarılır hatta.

Sadece yaşça büyük olmak bile insanın saygı görme ihtiyacını gidermesi için bir vesiledir bizim kültürümüzde.

Metazori bir saygınlık beklentisidir.

“Ağabey”, “abla”  sözcükleri bile mevki makam gibi görünür kimilerine…


***


Yıllar önce, bankacı olduğunu öğrendiğim birisiyle tanışmıştım.

Kartvizitini uzattı bana “işiniz düşerse beklerim” diyerek.

Kartta adamın, çalıştığı bankanın ismi, adresi, telefonu yazılıydı doğal olarak…

Ama bir kelime hepsinden, hatta kart sahibinin isminden bile büyük yazılmıştı;  “amir”

Hangi bölümün amiri, hangi departmanın yöneticisi olduğu filan belirtilmiyordu.

Koskocaman bir “amir.”

Belli ki sadece amir olmak yeterliydi!

Ki tüm vurgu bu kelimeye yapılmıştı, adeta karta bakanın gözüne sokarcasına…

“Ben mühim biriyim” dercesine!


***


Unvan ihtirası bazen öyle bir ele geçiriyor ki insanı...

Unvanın süresi bittiğinde, hükmü kalmadığında resmen bunalıma giriyor.

Ve bu psikozdan çıkabilmek için şanlı(!) geçmişine hapsoluyor insan.

“Ben zamanında şuydum, falanca önemli birisiydim.” vs…

Unvanı  serumu oluyor adeta.

Serumu çekildiğindeyse tükeniyor, yaşamdan kopuyor.

Oyuncağını vermek istemeyen bir çocuk misali sıkı sıkıya yapışıyor eskiden taşıdığı unvana.

Yazışmalarda imza atarken örneğin, başına ayıp olmasın diye emeklinin minik bir (E)sini ekliyor eklemesine de, yine son kullanma tarihi çoktan geçmiş unvanını yazmaya devam ediyor.

En güçlü alkolün bile sarhoşluğu taş çatlasın 24 saat sürer.

Ama unvanın sarhoşluğu yaşam boyu devam ediyor…


***


Ve dikkat edin, unvan sarhoşluğunu üzerinden atamayanlar kendilerinin o ihtişamlı dönemlerini yaşamış, bilen kimselerle birlikte olmaya özellikle bayılıyorlar.

Mesela, belirli meslek gruplarının emeklileri için kurdukları derneklere bakın.

Hükmü kalmamış efsanelerden geçilmez adeta o lokaller, sosyal tesisler.

Sırf eski titrlerini yeniden duymak için gelir birçoğu oraya…

Bir dönem taşıdıkları unvanlarıyla anıldıklarını duyduklarında içlerinin yağı erir.

Sırf o yüzden oralardan çıkmazlar ya zaten.

Zira dışarı çıktıklarında, yani etiketlerinin nüfuzu bittiğinde,  kendilerini çıplak hissederler.

Sohbetler de hep eski günlere dairdir zaten…

Herkes zamanında ne denli önemli biri olduğunu anlatır durur.

Karşılıklı ego okşama seansları sürer gider…


***


Yine sadece bizim kültürümüzde geçerli olan bir durum daha var.

Bizde, örneğin bakanlık yapmış birisine ömrü billâh  “Sayın Bakanım” derler.

Fi tarihinde milletvekilliği ya da belediye başkanlığı yapmış olanlara  “Sayın vekilim, başkanım” diye hitap ederler.

Sivil toplum kuruluşlarında dahi bir kere başkanlık yapan artık sürekli “Başkanım” diye çağrılır. 

Unvan nostaljisi psikoza dönüşür, gerçek ve hayal dünyası birbirine karışır.

Kendilerine hep zamanında taşıdıkları unvanla hitap edilmesini beklerler…


***


Bu kompleks, bu rütbe bağımlılığı zaman zaman komik duruma da düşürür insanı.

Mevcut unvanlar yetmez, “çakma unvanlar” yaratma gereği duyar insanlar.

En çok eleştirdiğim hususlardan biriyle açıklamak istiyorum bu durumu.

Dördü yurt dışında olmak üzere, on altı kişisel fotoğraf sergisi açmış birisi olarak,  “fotoğraf sanatçısı” diye anılmak beni her zaman rahatsız etmiştir.

Bir röportajda sormuşlardı bunun nedenini…

Açıklamıştım…

Türkçemizde resim yapana resim sanatçısı denmez, ressam denir.

Heykel yapana heykel sanatçısı denmez, heykeltıraş denir.

Hal böyleyken Türkçe kuralları gereği fotoğraf çekene de fotoğraf sanatçısı denmez, fotoğrafçı denmesi gerekir.

Kaldı ki fotoğrafın sadece Türkiye’nin değil dünya çapındaki duayenlerinden Ara Güler bile kendisini fotoğrafçı olarak tanıtırken…

Sadece Türkçede vardır bu “fotoğraf sanatçısı” unvanı.

Yurtdışında, her yerde “photographer” (fotoğrafçı) kullanılır.

Bu da unvan sevdasının bir sonucudur.

Harika eserler ortaya koyan isimleri tenzih ederim…

Ama hiçbir sanat dalında dikiş tutturamayıp da, hasbelkader fotoğraf makinesine üst düzey hâkimiyeti olanların kişisel tatmini için uydurdukları bir unvandır bu.

Ne yani fotoğrafçı olunca küçülüyor da, kendisine fotoğraf sanatçısı denince büyüyor mu insan?

Kaldı ki, zaten yapılanın sanat olup olmadığının yegâne kriteri toplumun teveccühü değil midir?.


***


Son yıllarda bu unvan sevdasının meslek isimlerini bile nasıl deforme ettiğini hep birlikte görmüyor muyuz?

Artık berber mi kaldı, herkes kuaför!

Hatta “saç tasarımcısı” diye bir unvan üretildi ki, kompleksin en son noktası bence.

Tezgâhtar kelimesinde utanılacak ne vardı da artık mağazada pantolonları gömlekleri katlayanlar bile satış danışmanı oldu?

Tüm dillerde şoför diye geçen bir mesleği neden “ulaşım sorumlusu” haline getirdik?

Oldu olacak yılların kasabına da “et dizaynırı” diyelim, olsun bitsin.

İnsan mesleğini icra ederken sergilediği ustalıkla saygı görür…

Nasıl anıldığı, kartvizitine hangi unvanı yazdığı sadece detaydır.


***


Ne güzel diyor Mevlana...

“Gözbebeğinden ders al ki o dünyayı görse de kendini görmez.”

Olgunluk, hazım dediğimiz şey tevazuyla mümkündür.

Ki, tevazu dediğimiz erdem, unvanları büyürken, küçülebilenlere has bir bilgeliktir.

Sıfatların en büyüğü, makamların en şanlısı “insan”dır.

İnsan olmayı başaramayanın üzerinde en ufak bir unvan dahi eğreti durur, sırıtır.

İnsan olmanın erdemine ulaşan, ekstra bir unvana gerek de duymaz zaten.


***


Hepimiz bir rozet taşırız yakamızda…

Mesleğimizin rozeti…

Üyesi olduğumuz cemiyetin rozeti…

Kendimizi ait hissettiğimiz camianın rozeti…

Tuttuğumuz takımın rozeti…

Bir aidiyetin, bağlılığın, sevginin dışavurumudur rozet taşımak…

Ama önemli olan insanın kendisini o rozete taşıtmaması…

Yakasındaki rozete abanan, yere düşürür.

Rozetin temsil ettiği değer ve saygınlık zarar görür…

Önemli olan yakadaki rozetten güç almak değil, o rozete güç vermektir son tahlilde…


YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...