google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Pirus'la Yüzleşmek

Şan, şeref düşkünüydü Kral Pirus…

Epir’de mutlu bir krallık sürmekteydi...

Ama yetmiyordu kendisine bu…

Romalıların saldırılarından çekinen Güney İtalya’daki Yunan şehirleri Pirus’tan yardım istediler…

Bu çağrıyı fırsat bildi Pirus…

Yarımadanın lideri olma hayaline kapıldı.

Sayısız fil ve askerden oluşan dev ordusuyla, İtalya’nın güney ucuna doğru ilerledi.

Romalılar ve Pirus’un ordusu MÖ 280 – 275 yılları arasında 5 yıl kesintisiz savaştılar.

Başlarda, her şey Pirus’un tasarladığı gibi gitti…

Fakat Romalılar yenilmelerine rağmen pes etmiyorlardı.

Asker kayıplarını çok çabuk telafi etmeye başlamıştı Romalılar…

Her şeye rağmen kral Pirus savaşı kazandı ve Romalıları püskürttü..

Ama gelin görün, yüz bin kişilik koca ordudan geriye sadece on tane asker sağ kalmıştı. 

Pirus savaşı kazanmıştı ama zafer miydi gerçekten elde ettiği?

Herhalde kendisi de buna inanmıyordu…

Ki…

Savaşın ardından “Olmadı, bu olmadı… Tanrım, bana bir daha böyle bir zafer verme” deme gereği duymuştu Pirus…


***


İbretlik bir paradokstur aslında Pirus’un zaferi…

Görünenin ve gerçeğin…

Şeklin ve özün…

Olduğu sanılanın ve “gerçekte olan”ın…

Gerçeğin ve illüzyonun…

Aslında hiç de aynı şeyler olmadığını gösterir insanlara...

Keza, kazanmanın ve başarmanın bazen farklı anlamlar da taşıyabileceğini de…

Sonuç itibarıyla savaşın kazananıdır Pirus…

Ama hezimeti yaşayan da kendisi değil midir aslında?

Zaferini kutlayacak kimse kalmamıştır çevresinde…

Neye yarar ki böyle bir zafer?


***


Pirus’un ihtirası “Kazanmak için her yol mubahtır” diyen Makyavel’i çağrıştırır aslında…

Tek hedef mi olmalıdır kazanmak?

Her galibiyet bir zafer midir?

Nasıl kazanıldığı hiç mi önemli değildir?

Keza, zafere gidilen yolda nasıl yüründüğü?

Ya da hiç mi olası değildir aslında mağlubun galip sayılması girilen bir savaşta?


***


Pirus’un bedeni çoktan toprak olsa da ruhu içimizde yaşıyor.

Hepimiz aslında biraz Pirus değil miyiz?

Hep daha fazlasını istemiyor muyuz hayattan?

Pirus’un içine düştüğü şan şöhret tutkusu bizi de eline geçirmiyor mu çoğu zaman?

Elimizdekiyle yetinmeyi bilmiyor…

Bir hedefe ulaştığımızda daha keyfini sürmeden yeni hedeflere doğru yelken açıyor…

Ve sözde kazanımlar için harcamıyor muyuz yıllarımızı, sevdiklerimizi?


***


Pirus gibi sadece kazanmaya odaklanıyor, kazanırken kaybettiklerimizin farkında bile olmuyoruz çoğu zaman.

Bir yere gelebilmek için geçtiğimiz her yeri tarumar ediyoruz.

Bizim için çarpan kalpleri hoyratça kırıyoruz…

Zafer sarhoşluğu geçtiğinde başlıyor gecikmiş sorgulama.

“Değer miydi?”ler devleşip pişmanlıklara dönüşüyor.

“Bir daha dünyaya gelsem var ya…” diye başlayan nafile avuntulara sığınıyoruz…

Helalleşemediklerimize, zamanında “sen haklıymışsın” diyemediklerimize ancak mezarları başında günah çıkartırken farkına varıyoruz gerçeğin…

Yalnızlığımızla yüzleşiyoruz…

Iskaladıklarımızla, yitirdiklerimizle…

Ama Heraklaitos’un da dediği gibi aynı suda iki kez yıkanamıyor insan…


***


Bir grup avcı Afrika ormanlarının derinlerine, avlanmaya gitmişler…

Yol çok karışıkmış, ancak rehber eşliğinde yolculuk edebilirlermiş…

Önde bir grup yerli, arkada avcılar;  düşmüşler yola…

Yürümüşler de yürümüşler…

Yarım saat, bir saat, iki saat…

Derken, ansızın oldukları yere çöküp oturmuş yerliler.

Sormuş avcılar “Vardık mı gideceğimiz yere?”

“Daha bir bu kadar yolumuz var” yanıtını vermiş yerli rehberler.

“Peki, neden durduk o zaman?” diye sormuş avcılar…

Bilgece gülümsemiş rehberler “Hayat çok gerimizde kaldı, biraz duralım ki yakalasın bizi hayat”

Hikayedeki avcılardan ne farkımız var?

Öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi hedeflerimize, hayat gerimizde kalıyor…

Erdemler geride kalıyor…

Benliğimiz geride kalıyor…

Anı yaşamıyor, öteliyoruz…

Kazansak bile, kayıplarımızın yanında kazancımızın esamesi bile okunmuyor…

Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da oluyoruz...

Attığımız taş çoğu zaman ürküttüğümüz kuşa değmiyor...

Yani kazandığımızı sanıp kendimizi kandırıyoruz aslında.

Kimse bizi alkışlamasa da hayali tezahüratlar yaratıyoruz kendi kendimize…


***


Hırsa da tutkulara da saygı duyarım…

Kaderci kanaatkarlıklara, “azıcık aşım ağrısız başım” yaklaşımına da karşıyımdır açıkçası.

Ama hırsın dozunu iyi bilmek, dengesini iyi ayarlamak lazım…

Zaferlerin en şanlı olanı vicdanla çelişmeyenidir son tahlilde.

Bu yüzden utkular sağlamayı gerektirir…

Arada durup sorgulamak gerekir gerimizde kalan ve bizi bekleyen yolculuğu…

Değdi mi tüm çekilenlere?

Kendi mutluluğumuz uğruna mutsuzlar ordusu bıraktık mı arkamızda?

Zayıfların üzerine basarak mı yükseldik yoksa bedel ödeyerek mi?

Başkalarının zaferlerine de katkımız oldu mu yoksa nalıncı keseri gibi hep kendimize mi yonttuk hayat boyu?

Gerçekten bu muydu istediğimiz; yoksa maymun iştahlı bir çaba mıydı?

Bize ihtiyacı olanların yanında bulunabildik mi?

İşte bu sağlamalarda hesabımız tutuyorsa, başarmışızdır gerçekten.

Aksi taktirde bir farkımız kalmaz Pirus’tan…

Ordusu kalmamış bir komutandan farksız duruma düşeriz…

Seyircisiz bir salonda, kendimiz çalar kendimiz oynarız…

Hezimetimizi zafer sanıp kendi kendimizi avuturuz…

Ve gün gelir hepimiz…

“Tanrım, bana bir daha böyle bir zafer verme” diyen Pirus'la yüzleşiriz…







YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...