google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Parantez

İki yıl önce Yunanistan’da yayınlanan felsefe kitabım “Anlar ve Düşünceler”i yazma sürecindeydim...

Başka bir ülkede, yabancı bir dilde yayınlanacak ilk kitabımdı…

Kitabımı basmaya talip olan Yunan yayıncım şakayla karışık, “Felsefenin doğduğu topraklarda, bir Türk yazarın felsefe kitabı yayınlaması adeta bir meydan okumadır bence.” demişti.

Hal böyleyken, yazar sorumluluğumun üzerine, farklı kültüre sahip bir okur kitlesiyle buluşmanın heyecanı da eklenmişti…

Doğal ve öncelikli olarak, okuyanlara bir şey(ler) verebilecek bir kitaba imza atmaktı birinci amacım…

Ama bir hedefim daha vardı…

Felsefe okumayı insanlara sevdirmek…

İnsanların büyük bölümünün, felsefe kitaplarını “ağır” bulduklarını...

Felsefe denince, bilinçaltlarında gayriihtiyari bir savunma geliştirdiklerini bildiğimden…

Kitabımın “Güler yüzlü” bir kitap olmasına özel çaba gösterdim…

Âcizane, elimden geldiğince, pekâlâ insanın felsefe okurken de sıkılmayacağını ispatlamak istedim.

Bu yüzden, ahkâm kesmeden, bir dostla sohbet eder gibi kaleme aldım tüm denemelerimi…

Uzun uzun paragraflardansa, şiirsel bir dili daha uygun buldum.

Denemelerin başlıklarını belirlerken de, yine bu düşünceyle, okura ilginç gelmesi için özel bir özen gösterdim…

“Pasta ve Kek Teorisi”

“Gökkuşağı Felsefesi”

“Parantez Kuramı” gibi…

“Anlar ve Düşünceler” uzunca bir dönem Yunanistan’da internet üzerinden kitap pazarlayan bir sitenin “En çok satanlar” listesinde kaldı…

Hatıra olarak sakladığım bilgisayar ekranı görüntüsüne ne zaman baksam, her iki stratejimin de hedefi tutturduğunu görüyorum ve mutlu oluyorum…


***


Kitap henüz Türkiye’de yayınlanmadı…

Ama “Parantez Kuramı” başlıklı denememden bir bölümü paylaşmak istiyorum… 

“…Bazen kalın, bazen ince bir kitaba benzer hayat…

Kapağını başkası açar, başkası kapatır…

Sen, dalıverirsin sadece içine…

Davetsiz…

Okumak isteyip istemediğin sana sorulmaz bile…

Cümlelerin, paragrafların, sayfaların arasında akar gidersin…

Parantezlerindir sana ait olan tek bölüm bu kitapta…

Parantezlerin yoksa, sen de ol(a)mazsın…

Satırları ittirip, paragraflara başkaldırıp hatta; parantezler açmalısın kendine arkadaşım…

Senin olmalı sadece o parantezler…

İstediğini koymalısın içine…

Ya da sadece kendin için bomboş bırakmalısın…

Ama mutlaka parantezlerin olmalı hayat kitabında…

Nefes aldığını, soluklandığını, yaşadığını sana anımsatan parantezler…

Kitabın ön sözü çoktan yazılmıştır…

Finali malum…

Bir tek parantezlerdir sadece senin olan…

Ve parantezlerin kadar yaşarsın aslında…”


***


Günümüz insanının mutsuzluğunda en önemli faktörün “Parantezsizlik” olduğuna inanmışımdır hep.

Kimileri açamazlar, kimileriyse olanağı olmasına rağmen açmazlar…

Açmaya gerek bile duymazlar hatta…

“Özel”lerinde sadece kocaman bir “boşluk” olanlar “genel”liğin yapaylığı içinde kamufle etmeye çalışırlar yalnızlıklarını.


***


Parantez bir metafordur…

Herkesin yorumu farklı olabilir.

Bazen bir hobinin karşılığıdır parantez…

Bazen bitirilmesi gereken bir çalışmanın...

Parantez öğrenilecek yeni bir sanattır mesela…

Veya kişinin kendisine koyduğu bir hedeftir örneğin parantez…

Ailesi de parantezi olabilir bir insanın…

Çalmayı öğrenmek istediği bir müzik aleti de…

Ya da geçmişiyle, anılarıyla buluştuğunda bir parantez açar insan hayatına…


***


Evde oturmaktan sıkılan, yalnız kalamayan kişilere dikkat edin; çoğunun buluştuğu ortak payda “Parantezsizlik”tir aslında.

Hayatlarında “parantezleri” olmayanların metazori bir sosyalleşme içine girdiklerini görürüz.

İnsanın, kendi kendisiyle mutlu olamadığı gerçeğinden kaçışıdır bu bence.

Amerikalı psikiyatrist Harry Stuck Sullivan insanoğlunun kişilerarası ilişki kurma yönünde doğuştan gelen bir dürtüye sahip olduğunu ileri sürer…

Yani Sullivan’a göre insan, DNA’sı gereği, başkalarıyla ilişki içinde olmadan yaşayamaz; 

Ki, buna “sosyalleşme” diyoruz.

Yani özetle sosyalleşmek insanoğlunun genlerinde var.

Olmazsa olmaz bir anlamda…

Yanlış mı?

Değil tabii ki…

Ama… 

Bir de “Ama”sı var bu çıkarımın bence…


***


İletişim kelimesine can veren “İletişmek” fiili işteş bir fiildir.

Türkçe derslerini hatırlayın; işteş fiiller eylemin karşılıklı yapıldığını gösterirdi…

Tıpkı dövüşmek gibi, gülüşmek gibi, tanışmak, bakışmak gibi...

İletişmek, yani sosyalleşmek de bu bağlamda karşılıklı olduğu zaman gerçek değerini bulur.

Yani iletişime geçenlerin birbirlerine bir şeyler vermesi önemlidir.

Bu bağlamda, sosyalleşme, bence bireye bir şeyler katmalı, kazandırmalıdır.

Aksi takdirde sosyalleşme olmaz bu…

İnsanın kendisinden kaçışı olur…

Sadece “zaman öldürmek”tir…

Sosyalleşme mutlu olmak için bir amaç değil, “araç” oldukça değer bulur son tahlilde.


***


Azıcık bunaldığında, hemen kendilerini yollara vuran, başka ülkelere kapağı atanlar vardır, bilirsiniz.

Bence bu kişilerin sürekli mekân değiştirmek istemelerinin asıl sebebi, kendileriyle baş başa kalmaktan sıkılmaları…

Çünkü bir parantezleri yok.

Hal böyle olunca da yalnız kalmamak, kendisinden uzaklaşmak kurtuluş onlar için.

Sokrates’e sormuşlar…

“Falanca, uzun bir yolculuğa çıktı, yıllarca dönmedi ama geldiğinde hiç değişmediğini gördük. Neden?”

Yanıt vermiş büyük filozof : “Giderken kendisini de götürmüştür de ondan.”

Kaçış yolculuklarında, yani suni sosyalleşmelerde aynı nakarat tekrarlanıyor aslında.

Kendilerini de götürüyorlar; ilk birkaç gün güzel geçiyor ama sonra baş başa kaldıkları kendilerinden sıkılıp geri dönüyorlar.

Bazı dostlarım var,  misal, evlerinde oturamazlar asla…

İlle de dışarı çıkacaklar…

Hele hele hafta sonu gelmişse…

Kriter, evden çıkıldığında ne yapıldığı, hangi amaçla çıkıldığı değil…

Yegâne amaç dışarı çıkmak…

Sürü psikolojisinin bir tezahürü değil midir bu?

“Herkes çıkıyor, ben de çıkmalıyım...” 

Sosyalleşmek değil bence bu…

Parantezsizlik duygusundan firar etme yöntemi…


***


Bir hekim dostum var…

Hastalarının tüm ısrarlarına rağmen, antidepresan grubu ilaçları yazmaktan mütemadiyen imtina eder…

Sebebini de şöyle açıklar: “Hastayı hasta eden koşullar değişmedikçe antidepresan sahte bir cennetin anahtarıdır. Birey yeniden o koşullarla yüzleştiğinde hastalığı nükseder.”

Suni sosyalleşmeler de dostumun antidepresan tanımıyla örtüşüyor bence.

İnsan ne kadar kaçarsa kaçsın sonunda geri döneceği yine kendisi…

Döngü bu kadar net...

Döngüyü kırmak ise, ancak kişinin hayatına parantezler açmasıyla mümkün…


***


Montaigne, meşhur “Denemeler”inde Tibullus’un bir sözüne gönderme yapar…

Romalı şair Tibullus milattan önce şöyle buyurmuş: “İn solis sis tibi turba locis.”  

Türkçeye çevirirsek, “Issız yerlerde kendin için bir evren ol” demiş Tibullus…

Yani insanın kendi kendisine yetebilmesinin erdemine dikkat çekmiş...

Yalnız kaldığında da, insanın kendi kendisine bir şeyler verebilmesinin öneminin altını çizmiş…

Aslında Tibullus’un vurgu yaptığı husus, bu satırların yazarının “Parantez” ile remzetmeye çalıştığı şey…

Yine benzer bir yaklaşımı Jean Paul Sartre’ın kitabında okumuştum…

Şöyle diyordu varoluşçu felsefenin duayen ismi:

“Kendinizle baş başa kaldığınızda yalnızlık hissediyorsanız, kötü bir yoldaşsınızdır.”

Yani kendisiyle baş başayken,  kendisine bile bir şeyler veremeyen kişi, sosyalleştiğinde çevresine ne verebilir ki?

“Bir” olmayı bile başaramayanların bir araya gelerek oluşturacakları  “İkiler”in, “Üçler”in, hatta “Yüzler”in, “Binler”in içi ne kadar dolu olabilir ki?


***


Zengin fakir, genç yaşlı, istisnasız herkesi evine hapseden bu salgın, insanoğluna birçok ders verdi…

Alanlara, alabilenlere tabii ki…

Bu bağlamda, kaçınılmaz izolasyonun insanları yüzleştirdiği en önemli gerçeklerden biri de parantezsizliğin dayanılmaz aczi bence…

Yazımda alıntı yaptığım Sullivan’ın “Sosyalleşmenin bir ihtiyaç” olduğu tezine katılıyorum elbette…

Ama olağanüstü durumlar, olağanüstü sonuçlar doğurur..

Ki, şu an yaşadığımız da böyle bir şey…

Parantezleri olanların bu günleri çok güzel değerlendirdiklerini görüyorum…

Okuyamadıkları kitapları bitiriyorlar…

İzleyemedikleri filmleri izliyorlar…

Çocuklarıyla doya doya birlikte oluyorlar…

Bilmedikleri yemekleri yapmayı öğreniyorlar…

Yeni hobiler geliştiriyorlar…

Evlerinde minik tamiratlara kalkışıyorlar…

Kendilerince salon ortamında spor yapıyorlar…

Vs…Vs…Vs…

Yani sonuç olarak, bu süreci bir tür “Nadas”a çeviriyorlar…

Ama kimilerinin daha ilk günden “Of”lamaya başladıklarını gördüm, görüyorum…

Evde 24 saat kalma fikri bile çıldırtıyor onları…

Oysa üzerlerine üzerlerine gelen his, evde tıkılı kalma duygusu değil…

Parantezlerinin olmadığı gerçeği…

Kendi kendileriyle baş başa kalma korkusu yani…

İlle de dışarıya çıkacaklar…

Nereye gidecekler ki?

Her yer kapalı…

Ama hiç fark etmez…

Evden kaçsınlar da…

Oysa, acıdır ki, kaçmak istedikleri evleri değil…

Kabul etseler de, etmeseler de...

Kaçtıkları, bizzat kendileri aslında…



















YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...