google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Halat

Halat çekme yarışmalarını bilirsiniz sanırım.

İzlemişsinizdir mutlaka;  ya da bizzat katılmışsınızdır belki de…

Hani, taraflar karşılıklı dizilir.

Bir grup halatın bir ucundan, diğeri öbür ucundan asılır.

Ortaya da bir beyaz çizgi çizilir.

Hangi takım halatı çeke çeke diğer takımı beyaz çizgiden öteye taşırsa, yarışmayı kazanır.


***


Hayatımızın her evresinde belki farkında olarak belki olmayarak, hepimiz oynuyoruz bu oyunu.

Halat bir sembol aslında.

Bazen ilişkilerimiz, bazen işimiz…

Bazen hayallerimiz, bazen sorumluluklarımız…

Bazen arzuladıklarımız, bazen mecburiyetlerimiz.

Halatın yüklendiği anlam(lar) hayatımız boyunca sürekli değişse de…

Oyunun kuralı asla değişmiyor…

Kazanmanın yegâne yolu asla gevşememek…

Sürekli asılmak…

Halata da, hayata da…


***


Kavganın içindeki devinimdir insana güç veren.

Kişiyi zinde tutan…

Durmak, düşmektir zira…

Hayatı boyunca çok yoğun çalışmış kimselerin emekli olduktan sonraki bir anda çökmesi bundandır zaten…

Çünkü o mücadeledir insanı yaşama bağlayan.

Tıpkı kasların sıcakken acıyı hissetmemesi...

Ya da, hareket halindeki birisinin soğuğu fark etmemesi gibi…


***


Şükredebilmek bir erdemdir.

Kabul…

Tabii şükretmek teslimiyete ve bu teslimiyet de bezginliğe dönüşmüyorsa…

“Azıcık aşım ağrısız başım” öğretisi afyonu oluyorsa insanın…

An meselesidir halatın sizi alıp uçurması…

İnsanı ve insanlığı ileriye götüren…

Motive eden, kırbaçlayan…

Yetinmemek, eller kan içinde kalsa da halata asılmaktır son tahlilde…


***


İyiye ulaşıp “yeter” demektir en büyük yanlış…

O “yeter” ile başlar duraksama…

Ve beraberinde gerileme…

Ve düşüş, en nihayetinde…

İyinin de ötesi vardır…

Daha iyi…

En iyi…

En iyiyi hedeflemek, çabalamak…

Ama eldeki “iyi”yle de mutlu olabilmektir hayatın özü…


***


Michelangelo…

Gelmiş geçmiş en büyük heykeltıraş…

Tüm dünyanın dehasını kabul ettiği bir sanatçı…

Büyük usta, dünyaca ünlü Musa heykelini beş yılda tamamlamış…

Ortaya çıkan esere kendisi de hayran kalmış…

O kadar gerçekçiymiş ki, sanki canlanıp yürüyecek gibiymiş Musa…

Ama böylesine muhteşem bir eser ortaya çıkarmak yetmemiş Michelangelo’ya…

Onun sonuçta cansız bir heykel olduğu gerçeğini kabul edememiş…

“Konuşsana be adam” diyerek elindeki çekici fırlatmış yaptığı heykele.


***


Franz Kafka…

Edebiyatın ölümsüz ismi…

Asla kendisini bir yazar olarak görmemiş Kafka…

Belki tevazu, belki tatminsizlik…

Beğenmemiş hiçbir zaman o muhteşem romanlarını…

Her ne kadar tüm okuyanlar öykülerinden hayranlıkla bahsetse de…

Nitekim arkadaşı Max Brod’a verdiği vasiyetinde tüm yazdıklarının imha edilmesini istemiş.

Ama Brod (iyi ki de) verdiği sözü tutmamış ve tüm eserlerini yayınlamış Kafka’nın…


***


Keza büyük Atatürk…

Ülkesini esaretten kurtarma idealiyle yola çıkmış.

Ve başarmış da…

Ama yetinmemiş bununla.

Zaferinin sarhoşluğuna kapılmadan,  hep bir sonrasına odaklanmış…

Bırakmamış yani hiçbir zaman halatı…

Sadece özgür değil aynı zamanda çağdaş bir ülke…

Sadece çağdaş değil tüm dünyaya örnek de olacak bir ülke...

Her hedef bir sonraki hedefi getirmiş...

O büyük insanın “yetinmemesi”nin sonucu değil midir 1923 yılından beri ayakta duran bağımsız Cumhuriyetimiz?


***


Bazen garanti hissi tembelleştiriyor ruhumuzu…

Elimize geçirdiğimiz her garanti, halatı biraz daha gevşetmemize neden oluyor.

Ufukta adayı görünce bırakıyoruz kürekleri…

Bu hayatımızın her alanında geçerli…

Aşkta örneğin...

Her şey nikâh masasında o imzayı atana kadar, değil mi?

“Artık benim” dediğimizde başlıyoruz aslında kaybetmeye sevdiğimizi…

İlk günlerin heyecanı yerini rutine bırakıyor…

Salıyoruz ruhumuzun tutkuyla asıldığı halatı…

Evleniyoruz örneğin...

Önce çoluk çocuğa, sonra torun torbaya karışıyoruz…

Adeta misyonumuzu tamamladığımızı düşünüyoruz…

Yola çıkmaya hazırlanıyoruz…

Emekli oluyoruz, aylık bir geliri garantiliyoruz...

Sonra gelsin aylaklık...

Kendimizi garantiye aldıkça gevşiyor parmaklarımız...

Halat boşalıyor yavaş yavaş..


***


Doyumsuz mu olmalıyız peki?

Konu yaşama bağlılıksa, evet…

Yetmiş seksen yaşında bile, el ele tutuşup Türkiye’yi karış karış gezen yabancı turist çiftleri gördükçe…

“Unu eleyip eleği asmak” deyimini sorguluyorum açıkçası…

Bir gün nasılsa ebediyete kadar asılı kalmayacak mı o elek?

Bu kadar acele neden şu halde?

Nereye yetişiyoruz?

Nedir bu eleği bir an önce asma arzusu?


***


Halata ve hayata asılmak…

Yetinmemek…

“Benden paso” dememek…

Son istasyona kadar yolculuğun heyecanını taşımak…

Ölümsüzlüğün değil ama hayatın iksiri bu belki de…


***


Sağlığı yerinde olmasına rağmen bir anda, apansız vefat eden yaşlılar vardır…

Acıdır ki kendileri çekerler fişlerini aslında…

Evlerine hapsederler kendilerini, dışarı çıkartamazsınız…

Günden, yaşamdan koparlar.

Deyim yerindeyse ölümü beklemeye başlarlar…

Yani “yetinirler” kendilerine verilen ömrün o kadarıyla…

Hayat değildir onlara veda eden…

Kendileridir hayatla vedalaşan…

Gevşetirler parmaklarını…

Ve halat bir anda uçar gider ellerinden…


***


Velhasıl, halat çekme oyunundan farksızdır yaşamak..

Ne kadar güçlü asılırsanız o kadar gelir size hayat…

Yetinmeden…

Doymadan…

Pes etmeden…

Ta ki halat kopana kadar....







YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...