google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Bilim Konuş(a)mazsa

Bir olay olur…

Bir gelişme…

Bir polemik…

Vs…

Herkes, konuşur bu ülkede…

Bilen de, bilmeyen de…

Kimileri, konuşmak zorunda olduğu için…

Kimileri ise sadece “konuşmuş olmak” için…

***

Siyasiler konuşur…

Sivil toplum örgütleri konuşur…

Yazarlar konuşur…

Televizyonlarda boy gösteren yorumcular konuşur…

Hatta vatandaş bile facebook, twitter vs. aracılığıyla konuşur...

Kim konuşmaz bu ülkede?

Mevcudiyetlerinin amacı halkı bilgilendirmek ve bilinçlendirmek olanlar…

Yani, en çok konuşması gerekenler…

Yani, üniversiteler…

Ama hiç sesi çıkmaz üniversitelerin…

Adeta “kampüsteki üç maymun”u oynar üniversiteler…

Görmedik, duymadık, söylemedik…


***

Örneğin, bir başka ülkeyle ilişkiler gerginleşir…

Herkes konuşur, ahkâm keser…

Hiç konuyla alakası olmayanlar bile görüş bildirir…

Üniversitelerin “uluslararası ilişkiler” bölümlerinden ses çıkar mı hiç?

Tiyatroların özelleştirilmesi gündeme gelir….

Tiyatrocular ayaklanır.

Siyasiler konuşur.

Güzel sanatlar fakültelerinden “çıt” çıkar mı?

Gazetecilerin özgürlüğü kısıtlamaya yönelik girişimler olur.

Gazeteciler ses verir…

Basın mensuplarının mesleki örgütleri ses verir…

Toplum ses verir…

Ama iletişim fakültelerinden ses çıkmaz…

Ekonomide, turizmde,  kültür alanında vs. bir şeyler olur.

Birileri bir öneri getirir…

Kaos doğar…

Üniversitelerden, yani bu işin evrensel boyutuyla muhatap olanlardan, yani konunun uzmanlarından bir ses gelmesini bekler toplum…

Bekler ama nafile…

Konuşmaz bu ülkede üniversiteler…

Herkes konuşur, bilim susar!

***

Burada şu soruyu sormak lazım…

Üniversitelerin tek sorumluluğu mezun vermek midir?

Dersini veren bir akademisyen görevini tamamlamış olur mu?

Yani “Bana ne” deyip ülkesindeki gelişmelere sırtını dönebilir mi üniversite?

Konuşmayan bir üniversite evrensel sorumluluğunu yerine getirmiş olur mu?

***

Bütün bu soruların yanıtlarını Alman düşünür Emmanuel Kant yıllar önce vermiş aslında.

Kant 1798’de yayınlanan “Fakülteler Çatışması” isimli eserinde üniversitelerin esas görevini “modern, demokratik toplumun ve kültürün özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık gibi temel değerlerin ışığında toplumsal-kültürel yaşam biçimleri ortaya koymak ve bunları yaygınlaştırabilmek” olarak açıklıyor.

Yani, bir başka deyişle Kant, üniversitelerin sadece eğitim veren bir kurum olarak düşünülemeyeceğini, sosyal sorumluluğu gereği toplumunu yönlendiren ve bilinçlendiren kurumlar olarak ele alınması gerektiğini savunuyor.

Bu misyonundan uzaklaşan bir üniversitenin ancak bir “meslek okulu” statüsünde kalabileceğini öne sürüyor Kant.

***

Peki, neden konuşmaz üniversite?

Neden suya sabuna karışmaz?

Kant, kitabında dönemin Prusya Hükümeti’nin üniversitelerin üzerinde kurduğu baskıyı eleştirerek üniversitelerin özerkliğine dikkat çekiyor…

Kant’a göre devletin siyasi geleceğini garanti altına alması “gerçek”lerin kendi çıkarlarına uymasıyla mümkündür…

Yani siyasi erki ellerinde bulunduranlar bilimin “kendi istediklerini” dillendirmesini, kendileri gibi düşünmesini isterler…

Bunun sonucunda fakültelerin gerek ders programları, gerek yönetimleri devlet tarafından belirlenir ki, söz konusu durum üniversitelerin özerklik kaybından başka bir şey değildir.

***

Peki çözüm?

Kant “eleştirel üniversite” olarak kavramsallaştırdığı üniversite olgusunu “özerklikle” ve “özgürlükle” bağdaştırır.

Kant’a göre eleştirel aklın kullanılması, eleştiri özgürlüğünün güvence altına alınmasıyla mümkündür.

Eleştirel aklı kullanma serbestîsi ise, bir başka kurumun veya kişinin görüşlerinden ve/veya yönlendirmelerinden bağımsız olabilmekle mümkündür.

***

1980 sonrasında Türkiye’de üniversitelerin düştüğü durum herkesin malumu…

Askeri darbenin faturasını en ağır ödeyen kurumlardan biri de üniversiteler olmuştur ne yazık ki Türkiye’de…

Ama ilginçtir ki, darbenin bozduğu sosyal dokunun onarılması gerektiğini savunanlar bugün aynı hassasiyeti üniversitelere karşı göstermiyorlar…

Ve trajik olan, üniversitelerin de yıllardır bu konuda bir rehavet içinde olması…

Evet, üniversitelerin ne kadar özgür oldukları konusu tartışılır…

Bu husus, belki üniversitelerin suskunluğunu hoş görebilmek bağlamında hafifletici bir sebep olabilir…

Ama üniversitelerin hiç mi suçu yok?

Yoksa işine mi geliyor üniversitelerin bazı bahanelerin arkasına sığınmak?

***

TÜBİTAK-ULAKBİM yönetimi tarafından yayınlanan yayınlanan “Türkiye’nin Bilimsel Yayın Göstergeleri” isimli kitaptaki veriler düşündürücü…

1981-2007 yılları arasında Türkiye kaynaklı bilimsel araştırmaların, yayınların sayısı dünya ortalamasının sadece üçte biri kadar…

Türkiye’de üretilen bilimsel yayınlar AB ülkelerinde ve ABD’deki çalışmaların ancak yüzde 1,8’ine denk geliyor…

Üniversite sayısı hızla artıyor ama bilimsel yazıların araştırmaların oranı aynı süratle azalıyor…

Paradoksal bir durum bu…

Nicelik ve nitelik ters orantılı…

Bilimsel kurumların sayısı artarken, bilimsel etkinliklerin oranı düşüyor…

Üniversite binalarının sayısı çoğalıyor ama bilimsel anlamda içleri boşalıyor…

Bu da gösteriyor ki Türkiye’de üniversiteler yavaş yavaş bir “yüksek lise” haline dönüşüyor…

Yani, üniversiteler “doldur boşalt” mantığıyla hareket ediyor…

***

Tenzih ederim, çok değerli bilim insanları da var bu ülkede…

Araştıran, sorgulayan, öğrencilerine daha faydalı olabilmek adına sürekli kendisini geliştirmeye çabalayan…

Genelleme yapmak, “hepsi” demek haksızlık olur…

Ama görülen o ki akademisyenlerin büyük bölümü devlet okuluna kapağı atıp emekliliğini garantilemiş “köhne öğretmen” modeline bürünüyor…

Garanti maaşı tatlı bulan, hiçbir şey üretmeden, tüm görevlerini asistanlara yıkarak yaş sınırını bekleyen öğretim elemanları yok mu Türkiye’de?

Bugün birçok akademisyen üniversitede öğrendiklerinin üzerine yeni bir şey eklemeden görevini tamamlamıyor mu?

Bunları inkâr edebilir miyiz?

Üniversiteye giriş sınavında tüm öğrencilerin bir iki üniversiteye odaklanması diğer üniversiteleri ise “açıkta kalmamak” için bir can simidi olarak görmeleri bunun sonucu değil mi?

***

Evet, bugün üniversitelerin özerkliği ve özgürlüğü tartılışır…

Ama bunun yanında üniversitelerin randımanı ve bilimselliği de sorgulanmalıdır…

Kant’ın tabiriyle bir “meslek okulu” haline dönüşmüştür üniversiteler.

Konuşmayan…

Üretmeyen…

Katılmayan…

Bilim konuşmazsa meydan cehalete kalır…

Halk, hiçbir fikri ve bilgisel temeli olmayanların fikirlerini dinler durur…

Meydan, medyada görünme aşkıyla yanıp tutuşan bir avuç akademisyene kalır…

***

Bilim objektiftir…

Bilim kimseye şirin gözükmeye çabalamaz.

Bilim popülizm yapmaz.

Bilim rasyoneldir…

Bilim evrenseldir…

Doğrunun ve gerçeğin sesinin duyulabilmesi için…

Bilim konuşmalıdır bu ülkede…

Kendisine “ne düşünüyorsun” diye sorulmasını beklemeden…

“Konuşursam başıma bir şey gelir mi?” endişesini gütmeden…

Akademisyenler her şeyden önce kendi “duruşlarıyla” öğrencilerine örnek olmalıdır…

Üniversiteler konuşmalıdır…

Mum, çevresini aydınlatabiliyorsa mumdur.

Çevresine ışık yay(a)mayan bir mum “sönmüş mum”dur…

Konuşmayan bir üniversite de sönmüş mumdan farksızdır.

Kendisine bile faydası olmaz…

***

Bilim, aydınlığın ışığıdır…

Özgürlük, eşitlik, demokrasi fikrini yayma görevi üniversitelerindir…

Tabii bu da önce üniversitelerin kendi bünyelerinde bu değerleri anımsaması ve bunun için mücadele etmesiyle mümkündür…

Söyledikleri hoşumuza gitse de gitmese de konuşmalıdır üniversiteler…

Çünkü esas konuşması gereken üniversitelerdir, bilimdir…

Ve…

Asıl konuşması gerekenler susarsa…

Susması gerekenler başlar konuşmaya…


YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...