google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Türkiye'de Demokrasi Kültürünün Doğuşu


Kültür kavramının gerek sözlük karşılığı olarak (terimsel) gerekse yorumlayıcıların bakış açıları bağlamında (yorumsal) birçok tanımı mevcuttur… Günlük konuşmalarımızda ya da sanat ve bilim çalışmalarında kullandığımız kültür sözcüğü Latince kökenli olup Fransızcadan dilimize geçmiştir. Latince cultura, toprağa bir şeyler ekip ürün almak üretmek anlamlarında kullanılıyordu.

Voltaire, Fransız Devrimi öncesinde ‘kültür’ü insan zekâsının oluşumunu ve gelişmesini belirleyen bir terim olarak kullanınca sözcük değişik bir anlam kazanmıştır.

Kültür nedir?

Fransızcadan Almancaya önceleri cultur daha sonraları kultur biçiminde geçen sözcük zamanla bütün Avrupa dillerine yayılmış İngiliz antropologu Taylor, 1871’ de ona bilimsel bir içerik kazandırınca da önemi gittikçe artan bir kavrama ve aynı zaman da bir uğraş alanına dönüşmüştür.

Voltaire, “Culture”  sözcüğünü, insan zekâsının oluşumu anlamında, Almanlar, uygarlık ve kültürel evrim karşılığında kullanmışlardır. Ancak 19. Yüzyılın ikinci yarısı ile 20.Yüzyılın ilk çeyreğinde Fransızlar ve İngilizler, uygarlık sözcüğünü kültüre tercih etmişlerdi. Marx, kültür kavramının değilse bile, kültürel içeriğin tanımını şu şekilde yapmıştır: ” Kültür ya da uygarlık, insanın bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, gelenek ve göreneklerle her türlü beceri ve alışkanlıklarını içeren karmaşık bir bütündür”

Kültür tarihinde, tarihsel devinimi en iyi yansıttığı kabul edilen şu tanım da yaygındır: ” Kültür, bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, inanç, sanat ve yaşam öğelerinin bütünüdür”

Peter Burk’e göre genel olarak kültür “toplumun paylaştığı anlamların, tutumların, değerlerin ve bunların dışa vurulduğu ya da yer aldığı simgesel biçimlerin (gösterilerin, nesnelerin) oluşturduğu bütündür.[1]

E. B. Taylor kültürü, “Bilgiyi, inancı, sanatı, ahlâkı, hukuku, örf-âdeti ve insanın toplumun bir üyesi olması dolayısıyla kazandığı diğer bütün beceri ve alışkanlıkları içeren karmaşık bütün” olarak ifade ederken, C. Wiesler, kültüre  “Bir topluluğun yaşama tarzı”, E. Sapir, “Atalardan gelen maddî-manevî değerler toplamı”, R. Thurnwald ise “Bir toplulukta gelenek ve göreneklerin, davranış tarzlarından, örgüt ve tesislerden kurulu uyumlu bütün”  şeklinde bir tanım getirir. F. A. Wolf ise kültürü  “Bir millet fertlerinin iştirak hâlinde bulunduğu manevî hayat” olarak belirtir.

Atilla İlhan’ın yorumuna göre “Kültür, tarih boyunca toplumda yaratılan bütün maddi ve manevi değerler; bu değerlerden faydalanılması ve bu değerlerin gelecek nesillere iletilmesidir.” [2]

Ziya Gökalp ise kültür tanımını şöyle açıklamaktadır:

” Fransızca ‘culture’ kelimesinin iki ayrı manası vardır. Bu manalardan birini ‘hars’ (milli kültür) diğerini ise ‘tehzib’ tabiriyle tercüme edebiliriz. Hars hakkındaki bütün yanlış anlamalar, Fransızca kültür kelimesinin böyle iki manalı olmasındadır. O halde biz dilimizde bu iki manayı hars (milli kültür) ve ‘tehzib’ kelimeleri ile ayırırsak kendi memleketimizde bu yanlış anlamalara son vermiş oluruz. Milli Kültür ile tezhib arasındaki farklardan birincisi milli kültürün demokratik, tezhibin ‘aristokratik’ olmasıdır’[3]

Demokrasi ve kültür ilişkisi

Demokrasi ise Yunanca kökenli bir kelimedir. "Demos" (halk) ve "kratos" (otorite) kelimelerinden türemiş olup  “halkın otoritesi” anlamına gelmekle beraber aşağıdaki şekillerde de tanımlanabilir.”Halkın kendi kendini yönetmesi. Bir yönetimin düzeninde halk iradesinin ağır basması veya yönetimin halk tarafından denetlenmesi.”

Emre Kongar’a göre bir demokrasinin ortaya çıkabilmesi için en azından bazı toplumsal, ekonomik, siyasal ve buna bağlı olarak kültürel koşulların gerçekleşmesi gerekir.[4]. Kongar bu gereklilikleri şöyle açıklamaktadır:”

“Aydınlanma sürecini yaşamamış, yani dinsel dogmatizmin tutsaklığından kurtulamamış toplumlarda (Örneğin feodal-din-tarım toplumlarında) demokrasi gelişemez. Demokrasi gökten zembille inmez, endüstri devrimi sürecini yaşamış toplumlarda ortaya çıkar. Bir toplumda demokrasinin kurulabilmesi için sermaye sınıfı ile işçi sınıfının oluşması ve iktidara ortak olacak güce erişmesi gerekir. Avrupa Kıtası’nda bu süreçlerin tek istisnası Türkiye’dir; Türkiye’de demokrasinin temelleri, meşruiyetini pratik olarak Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasının gücünden, kurumsal olarak da TBMM’nin temsil ettiği halktan, milletten alan Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleriyle atılmıştır. Türkiye’de demokrasi “yukarıdan aşağıya doğru” dünyadaki süreçlere ters olarak kurulduğundan, hem toplum, hem de bireyler demokrasiye hazır olmadıkları için gerek kuruluş (tek parti) gerekse işleyiş (çok parti) dönemlerinde pek çok sorunla karşılaşılmıştır. Ülkemizde gerek toplumsal yapı, gerekse bireyler demokrasiyi yaşatacak düzeye gelmediği sürece bu sorunlar sürecektir.”[5]

Kongar’ın bu tespiti ışığında demokrasinin bir kültür meselesi (ve ürünü) olduğu ve demokrasiye geçebilmek adına belirli bir kültürel olgunluğa gereksinim duyulduğunu görebiliriz. Bir evrensel değer ve olgu olarak demokrasiye geçiş de elbette toplumun kültürel yapısındaki gelişmeyle ve değişmeyle açıklanabilir. Yüzyıllarca monarşi ile yönetilmiş bir bir toplumun kültürel değişime uğraması da elbette bir anda gerçekleşmemiştir. Osmanlı’da demokrasi fikirlerinin oluşması sosyolojik açıdan bir toplumsal değişimdir. Ya da bir diğer tanımla“modernleşmektir”

Tanzimat Fermanı’nın önemi

Leyla Kırkpınar toplumsal değişmeye yol açan ilk önemli gelişmenin Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla başlayan süreç olduğunu öne sürmektedir:

”Osmanlı Devleti’nde kapsamlı bir toplumsal değişmeye yol açan ilk önemli gelişme hiç kuşkusuz Tanzimat Fermanı’yla başlayan yeni tarihi dönemdir. Batı dünyasında tanık olunan pek çok gelişmenin, sonuçta Osmanlı bürokrasisini de etkilemesinin yanı sıra batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ni yönlendirmeye dönük politikalarının da etkisiyle ilan edilen bu ferman Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısında önemli değişmelere neden olmuştur. Etkileri o denli derin ve şiddetli olmuştur ki bunun sonucunda yaşanan kurumsal, kavramsal ve kuramsal değişmeler, büyüyen halkalar halinde Türk Devrimi’ne kadar başka büyük değişmelere zemin hazırlamıştır”[6]

Prof. Dr. İlber Ortaylı da Türkiye’de demokrasi kültürüne geçiş kültüründe Tanzimat Fermanı’nın bir dönüm noktası olduğu görüşündedir: ”Avrupa siyasal tarihinde anayasal sistemin en son uygulamaya konduğu devlet ve toplum biz değiliz. Türk toplumu da yüz yılı aşkın bir süredir demokrasi mücadelesi ve deneyimi içindedir. Bu kadar çok ve uzun zaman denenen bir şeyden vazgeçmek mümkün değildir, alışkanlık ve tecrübe kazanılmıştır. Tanzimat’tan beri mahalli idareler uygulaması içindeyiz. 1876’dan beri anayasa ile yönetilen bir toplumuz ki bunlar kısa zaman kesitleri değildir”[7]

Batılılaşma çabaları

Türkiye’nin batılı ülkelerle temaslarının artması toplumun evrensel değerler olan özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi kavramlarla tanışmasına özellikle dönemin kanaat önderlerinin bu fikirleri yayması neticesinde Osmanlı yönetimini kültüründe bazı reformlara yönelmeye mecbur kılmıştır.

Ancak burada bir nüans gözden kaçırılmamalıdır. Batılılaşma reformları Avrupalı devletlerle işbirliği içindeki bürokrasi tarafından zorla kabul ettirilmiştir. Bürokratlar Batılılaşmayı kendi konumlarını sağlamlaştırmak için isterken Namık Kemal ve Ziya Paşa bu durumu değiştirmek için bir anayasa ve parlamento rejimi kurulması taraftarıydılar. Batıya olan bağımlılık ile zorla kabul ettirilen reformları eleştiren Yeni Osmanlılar aynı zamanda Batı’nın kültür, ahlak ve adapta taklit edilmesini şiddetle eleştirmekteydiler. Yeni Osmanlılar kültür ile medeniyet arasında kesin bir ayrım yapmaktaydılar. Endüstrileşmek, ticaret ve diğer maddi alanlarda batılı usullerin alınmasına taraftar olunurken kültür ve yaşam tarzında Avrupa ile özdeşleşmeyi reddediyorlardı.[8]

Tanzimat’ın ülkede yarattığı değişiklikler genç aydınlarca benimsenmiş ve desteklenmiştir. Ancak kısa bir süre sonra yenilikler yetersiz bulunmuştur ve Osmanlı’yı Avrupa düzeyine çıkarabilmeyi hedefleyen bir dizi çalışma başlatılmıştır. Özellikle Genç Osmanlıların çabaları neticesinde 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilân edilmesiyle Meşrutiyet Dönemi başlamıştır. Bu dönemde demokrasi kültürünün gelişmesi adına önemli çabalardan bahsedebilmek mümkündür. Kanun-i Esasi ile Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan tüm halklar bir takım haklara kavuşmuştur.  Atamayla görevlendirilen Meclis-i Ayan ve seçimle göreve gelen Meclis-i Mebusan’ dan oluşan bir parlamentolu sistem getirilmiştir. Böylece halk kısmen de olsa yönetime katılmaya başlamıştır. Meclis’i Mebusan’ın yetkilerini kısıtlamasından hiçbir zaman için memnun olmayan II. Abdülhamit Ancak dönemin aydınları demokrasi mücadelesinde geri adım atmamışlardır. Jön Türklerin Abdülhamit’in baskısına son vermek amacıyla yürüttüğü çalışmalar neticesinde 1908’de Sultan Abdülhamit, anayasayı yeniden yürürlüğe sokacağını, Meclis-i Mebusan’ı yeniden açacağını ve bütün hürriyetleri yeniden hayata geçireceğini ilan etmiştir. Osmanlı Devleti’nin sonuna dek geçerliliği koruyacak anayasa böylelikle yeniden uygulamaya sokulmuştur.

2. Meşrutiyet ve demokratikleşme

Prof. Dr. Tülay Özüerman 2. Meşrutiyeti çoğulcu siyasi yaşamın başlangıcı olarak kabul etmektedir:

“2. Meşrutiyet çoğulcu siyasal yaşamın başlangıcını simgeler. 1908-1918 yılları arasında 25 tane siyasal içerikli parti ya da dernek kurulmuş olmakla birlikte bu dönem İttihat Ve Terakki’nin patronajı altında şekillenmiştir ve Jön Türk Hareketi İttihat Ve Terakki ile sürdürülmüştür. Sivrilen diğer siyasal cemiyet Hürriyet Ve İtilaf olmuştur ve siyasal yaşam İttihatçı-İtilafçı çatışması içinde şekillenmiştir.”[9]

Meclis-i  Mebusan’ı son kez gizli bir oturumunda 28 Ocak 1920’de Misak-ı Milli’yi kabul etmiş 17 Şubat 1920’de de açıklamıştır. Ancak 16 Mart 1920 yılında İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmesi ve bazı üyelerinin tutuklanması neticesinde Meclis  çalışmalarına 18 Mart 1920’de ara vermiştir. Onların bu kararıyla  yetinmeyen padişah Vahdettin Meclisi Mebusan’ı 11 Nisan 1920’de  resmen dağıtmış, Osmanlı Devletine yerleştirilmeye çalışılan parlamenter sistem son bulmuştur.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu’da işgaller başlayınca yurdun dört bir yanında ulusal cemiyetler kurulmaya başlanmıştır. Özellikle 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkması bütün yurtta toplu bir galeyanın ateşleyicisi olmuştur. Atatürk 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’dan çıkarken ulusal egemenliğe dayanan bağımsız bir Türk Devleti kurma çabasını bu cemiyetlere dayanarak başlatmıştır. 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimi, 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum ve  4 Eylül 1919 tarihinde Sivas kongreleri ile Atatürk’ün halkın temsilcileriyle bir araya gelerek ülkenin bu düştüğü girdaptan nasıl kurtulabileceğini sorgulamaya başlamıştır.

Erzurum Kongresi ve milli irade

Erzurum Kongresi’nde Atatürk’ün başkanı olduğu Heyeti Temsiliye’ye, Kongre kararlarını yürütme, gerektiğinde vatanın korunması ve bağımsızlığın sağlanması için geçici bir hükümeti seçme yetkisi verilmiştir. Böylece Erzurum Kongresi Mustafa Kemal Paşanın aradığı meşru tabanı ona sağlamıştır. Heyet-i Temsiliye, tüm ulus adına hareket eden bir kurul haline getirilmiştir. Artık Anadolu’da yeni bir iktidar doğmaya ve devlet otoritesi yavaş yavaş Heyeti Temsiliye’ye geçmeye başlamıştır. Atatürk İstanbul’un parlamentoyu dışlayan yaklaşımına karşı derhal seçimlerin yapılmasını ve millî meclisin oluşturulması gerektiğini düşünmüştür. Hatta 19 Mart 1920’de Anadolu’daki bütün komutanlıklara, Valiliklere bir genelge yollayarak, olağanüstü yetkilere sahip bir Meclisin Ankara’da toplanabilmesi için, yürürlükte olan seçim yasasına göre, seçimlerin 15 gün içinde yapılmasını istemiştir. Bu genelge doğrultusunda seçimler yapılarak I. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılmıştır. Yeni seçilenlerden ve Osmanlı Meclis-i Mebusan’ından gelenlerden oluşan bu meclis, “Hâkimiyeti Milliye” ilkesi gereği kendisinde toplamıştır.

“Büyük Millet Meclisi ulus iradesini bütünüyle ele almıştı. O, kararını veriyor, karar derhal uygulanıyordu.  Kendi içinden bir hükümet çıkarıyor, bütçe oluşturuyor, memur maaşlarını ödüyor, savunma harcamaları yapıyordu. O güne dek hükümetin nasıl kurulacağını belirleyen 24 Nisan tarihli yasa ile meclisin işleyişi belirlenmişti. Ancak irade, yani egemenlik eylemli olarak el değiştirmişti ama yeni bir devlet yapısı ortaya çıkmış olmasına karşın ülkenin bir anayasası yoktu. Güçler ayrımını ya da birleşimini öngören, kurumların işleyişini belirleyen yapı içinde önemli olan kurum ve kavramları tanımlayıp, yerli yerine oturtan bir temel yasanın bulunmayışı büyük eksiklikti…[10]

Meclis dokuz ay sonra yazılı bir anayasa yaparak yürürlüğe koymuştur. “Bu anayasa her şeyden önce bir ihtilal anayasasıydı. Öncelik olarak ulusun egemenliğini sağlamak için kurgulanmıştı. Zaten daha birinci maddede egemenliğin kayıtsız koşulsuz ulusa ait olduğu belirtildikten sonra yönetim biçiminin halkın yazgısını doğrudan ve eylemli olarak yönetmesine dayandırılıyordu. Anayasa özü ve ruhu itibarıyla güçler birliği ilkesine dayandırılmıştı. Meclisin kendisi, en büyük güç olan ulusa ait egemenliği kullanan tek makamdı.[11]

Buna göre güçler birliği ilkesi ve Meclis Hükümeti sistemi benimsenmiştir. Buna göre Türkiye Devleti, TBMM tarafından yönetilir. Yasama ve Yürütme güçleri Meclis’te toplanmıştır. Hükümet Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını alır ve doğrudan doğruya Meclis tarafından kendi üyeleri arasından seçilir. Ayrıca bir hükümet başkanı yoktur. Meclis Başkanı Bakanlar Kurulunun da doğal başkanıdır. Hükümet, Meclis adına hareket eder ve onun devamlı denetimi altındadır. 1921 Anayasası, egemenliğin ulusta olduğu, ulusun bu egemenliği TBMM eliyle kullanacağı ilkesini benimsemekle kalmamış, ayrıca illere, ilçelere, bucaklara halk yönetimini getirme, halkın etkin bir biçimde yönetime katılmasını sağlamak amacı da gütmüştür. Yine bu Meclis Mustafa Kemal’in liderliğinde Milli Mücadele’yi gerçekleştirmiş, Türk ulusunun gerçek temsilcisi olarak iktidarı İstanbul’dan Ankara’ya taşımış, iç ve dış politikada önemli adımlar atmış ve saltanatı kaldırmıştır.

Atatürk’ün demokrasiye bağlılığı

“Atatürk’ün partisiz demokrasi olmayacağını iyi bildiği için 9 Eylül 1923’te “Halk Fırkası” adı altında kendi partisini kurduğu bilinmektedir.  “Halk Fırkası” TBMM’nin ikinci dönem seçimlerine “Anadolu Ve Rumeli Müdafa i Hukuk Cemiyeti” ismiyle girmiştir. 10 Kasım 1924’te de adını Cumhuriyet Halk Fırkası’na çevirmiştir. Atatürk’ün çoğulcu demokrasiye girerken siyasal partilerin sivilleşmesinin zorunlu olduğunu bildiği de yadsınamaz. Bu nedenle olmalı ki komutanlıkla milletvekilliğinin birlikte yürütülmesine karşı çıkmıştır. Üstelik Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da kendisine verilen “Mareşal” ve “Gazi” sanlarını hiç kullanma gereği duymamıştır. Bir kez olsun askeri üniforması ile görünmemiştir.”[12]

Ergün Aybars’a göre Türk Devrimi demokrasinin temelini atması açısından özel bir yere ve öneme sahiptir. Atatürk siyasi partilerin kuruluşu ve demokrasiye geçiş için uygun koşulların oluşmasını beklemek durumunda kalmıştır:”Demokrasinin bir ülkede yerleşebilmesi için demokratik bir sürecin yaşanması ve şartların oluşması gerekir. Avrupa’da demokrasinin, ulusal devletlerin kurulmasından ve sanayi devriminden sonra orta çıktığını gözüne alırsak demokrasinin gerçekleşebilmesi için milli birlik, iç barış, ekonomik taban ve kültürel birikimin bulunması gerektiğini görürüz. Bu sebeple Türkiye’de de demokrasi bu şartlar göz önüne alınmadan düşünülemez. Atatürk siyasi partiler konusunda ülke var olmadan siyasi partinin ne anlamı var derken özellikle bu şartları lüzumlu görüyordu. Bağımsızlık savaşının yeni bittiği, 1912-1922 yılları arasında on yıl savaşmış, nüfusunun büyük bir kısmını yitirmiş, halkı fakir, hastalıkların perişan ettiği harap bir ülkede demokrasinin uygulanmasını beklemek ancak hayaldir. Demokrasi ki, buna Atatürkçü düşüncenin tanımlanması bakımından çağdaş uygarlığın uygarlığın siyasi biçimi de diyebiliz ancak uluslaşma sürecini tamamlamış, ulusal devlet kurmuş, modernleşmenin en önemli aşaması olan laikliği başarmış toplumlarda gerçekleşebilmektedir. Bu bakımdan demokrasi için önce ulusallaşma, ulusal devlet, ulusal birlik, ekonomik bir taban ve kültürel bir birikim gerekiyordu. Bu da ancak bir inkılâp, (devrim) ile gerçekleşebilirdi. Türk Devrimi Türkiye’de demokrasinin temelini atması, şartlarını oluşturması açısından büyük bir özellik taşır.”[13]

Atatürk halkın halk tarafından yönetilmesinin önemini, gereğini yani demokrasiyi benimsemiş demokratik rejimin faziletlerine inanmış bir liderdi. Daha Kurtuluş Savaşı döneminde bile kararlarını hem yurdun çeşitli yerlerinden gelen katılımcılarla birlikte herkesin görüşünü açıklama şansı bulduğu kongrelerde alması, yani halkı da alınan kararlara ortak etmesi Atatürk’ün demokrasi aşkının en net göstergesidir. Evet, Halk Fırkası’nı kurmuştur ama tek bir partiyle de çoğulcu demokrasi olamayacağının bilincindedir. Bu yüzden bizzat Atatürk Türkiye’de çok partili demokratik bir rejimin oluşması için öncülük etmiştir.

Çoğulcu demokrasi arayışları

“Çoğulcu demokrasiye tek parti yönetimiyle ulaşabilmenin güçlükleri de belirginleşmeye başlamıştı. Meclis içi ve dışı denetimler görece yeterli olmamaktaydı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yetkeci yapısı, halk kitleleriyle sıcak ilişki kuramadığı için halkın dilekleri parti üst kadrolarına sağlıklı olarak ulaşamamaktaydı. Belli ki yeni bir siyasal partinin boşluğu kendisini duyumsatmaktaydı.”[14]

Atatürk demokrasiye olan inancından ötürü iki kez parlamenter rejim denemesine girişmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924) ve Serbest Fırka’nın (12 Ağustos 1930) kurulmasına izin vermiş ancak gericilerin, devrim karşıtlarının bu partileri ele geçirmeye ve yurtta karışıklık çıkarmaya çabalamaları üzerine laik Türkiye Cumhuriyeti’nin tehlikeye girebileceğini görmüş ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Takrir’i Sükûn’un tanıdığı yetkiye dayanılarak Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmış, Serbest Cumhuriyet Fırkası ise 17 Aralık 1930’da kendiliğinden dağılmış ve böylece çok partili rejim denemesi başarılı olamamıştır.

2. Dünya Savaşı ciddi bir ekonomik buhran yaratmıştı. Türkiye iki milyon genci askere almış ülkede uygulanan sıkıyönetimin yarattığı tepkiler de gittikçe artmıştı. Öte yandan Sovyet tehdidi de endişe yaratmaktaydı. Halk Partisi’ne yönelik muhalefet gittikçe artıyordu. ABD’de de ülkedeki liberalleşmeyi teşvik eden bir politika izliyordu. Bu dönemin ilk siyasî partisi 18 Temmuz 1945'de "Millî Kalkınma Partisi" oldu.

“Türkiye resmen 1945, fiilen 1946’da çok partili siyasal yaşama geçmekle Atatürk’ün tüm girişimlerinin nihai amacı olan demokrasi tercihini de yaşama geçirmiş oluyordu. Atatürk’ün 1924 ve 1930 muhalif girişimlerini desteklemesi çok partili rejim istemine atfedilebilir. Bunların kapatılmasının gerisinde yeni Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laikliğin tehlikeye girişi vardır. Bu muhalif hareketlerin başarısız, 1946’nın ise başarılı oluşunun gerekçelerinden biri de çevresel faktörlerdir. Nitekim Türkiye’de muhalefetin resmi bir nitelik taşıyarak ve de güdümsüz olarak, kendiliğinden oluşmasında ülkenin iç dinamiklerinin yanında dış faktörlerin de etkisi olmuştur. Burada vurgulanması gereken nokta ne biri ne de diğerinin tek başına etkili olmadığıdır. Her ikisi birden çoğulcu siyasi yaşamın oluşumunu hazırlamışlardır. Dış faktörlerin en önemli etkisi iç dinamikleri motive etmiş olmasıdır”[15]

Demokrat Parti

“Demokrat Parti işte bu çok çeşitli iç ve dış hareketlerin birleşmesinden doğan bir siyasi partidir. Bir siyasi partinin kurulması için son derece uygun olan bu şartlardan sonra CHP içerisinde çıkan bir anlaşmazlık Demokrat Parti’nin doğuşunu hazırladı. 7 Haziran 1945 tarihinde İzmir Milletvekili Celal Bayar, Aydın Milletvekili Adnan Menderes, Kars Milletvekili Fuat Köprülü ve İçel Milletvekili Refik Koraltan daha çok hürriyet ve demokrasi için gerçekte ise toprak reformuna bir tepki olarak bir öneri hazırladılar. Bu öneri kabul edilmeyince adı geçen milletvekilleri CHP’den ayrıldılar ve siyasi çalışmalarına hız vererek 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular.”[16]

Fransız Anayasa Hukuku uzmanı siyasetçi Maurice Duverger şöyle bir yaklaşımda bulunur“Eğer siyasal kültür tipi bir toplumda siyasal yapının gerçek türevi olan kültürse o toplumda siyasal sistem belirli oranda kararlı ve düzenli olarak işler. Tersine siyasal kültür siyasal yapıya oranla aykırılıklar gösteriyorsa sistemin işlemesinde aksaklıklar olabilir.”

Bu da şunu göstermektedir, her demokrasi o demokrasiyi oluşturan toplumun kültürü yansıtmaktadır.

Prof. Dr. Tülay Özüerman'a göre Atatürk’ün laik devlet formülü ile başarmaya çalıştığı kültür devrimi ne yazık ki tamamlanamamıştır: "Bugün laiklik sadece toplumun tartışma zemininde yer almakla kalmayıp Türkiye dinci akımların tehdidi altındadır. Atatürk’ün laiklik anlayışından verilen ödünler, toplumun geleneksel yapısının temelindeki otoriterlik eğilimlerini beslemiş, modern katılımcı unsurların ve kurumların gelişimini engellemiştir. Siyasal partilerin geleneksel kültürün, modern-katılımcı toplumla uyuşmayan özelliklerini taşıyor olması bunun hem sebebi hem de sonucudur.”[17]

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti henüz bir yüzyılı bile geride bırakmamış, çok genç bir cumhuriyettir. Çok partili demokratik rejim ise daha bile gençtir. Demokrasinin yerleşmesi toplumun olduğu kadar siyasi erki ellerinde bulunduranların da demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarını hazmedebilmesiyle mümkündür.

Bu hazmetme ise elbette kültürle, eğitimle ve "zamanla" olacaktır.


Dipnotlar ve kaynakça

[1] Halil İnalcık, Doğu-Batı,(Makaleler-I) Doğu-Batı Yayınları, İstanbul,

  Ocak 2009, 4 Basım, s.306

2Atilla İlhan, Ulusal Kültür Savaşı, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul 1986, 1.      Basım, s.11

3Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Türk Kültür Yayını, 5. Baskı, s.92

4Emre Kongar, Demokrasimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007, 5.  Basım, s.46

5 Kongar, a.g.e, s.46-47

6Dr. Leyla Kırkpınar, Türkiye’de Sosyal Değişme Ve Kadın, Zeus Kitabevi,  İzmir 1999,1. Basım, s.19-20

7İlber Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, Ufuk Kitapları, İstanbul, Şubat 2003,  s.61

8İnalcık, a.g.e, s.343

9 Tülay Özüerman, Türkiye’nin Batılılaşma Ve Demokratikleşme Açmazı,  Dokuz Eylül Yayınları, İzmir 1998, 1. Baskı, s.24

10 Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi II, Burak Kitabevi, İzmir Ocak 2011, 1.  Basım, s.106

11Arı, a.g.e., s.107

12Bekir Özgen, Atatürkçü Düşünce Ve Atatürkçülük, Özgen Yayınları, İzmir  1997, s. 168

13Ergün Aybars, Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, (Yayına hazırlayan  Erkan Serçe) İleri Kitabevi, İzmir, 1994, s.54-55

14Özgen, a.g.e., s.169

15 Özüerman, a.g.e, s.31

16Aybars, a.g.e, s.64

17 Özüerman, a.g.e, s.99