google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Türk Dış Politikasının Ortadoğu'ya Bakış Açısı


Türkiye’nin Orta Doğu politikasını (veya politikalarını) çeşitli zaman dilimleri arasında ve çeşitli konjonktürlere bağlı olarak değişen stratejiler şeklinde irdelemek gerekir. Öncelikli Orta Doğu’nun coğrafi olarak yüklendiği anlamı belirlemek tarihsel sürecin irdelenmesinde ışık tutacaktır.

“Orta Doğu coğrafi bir kavram olarak, 2. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde Avrupalı coğrafyacılar tarafından ortaya atılmıştır. Özellikle İngilizlerin dünya üzerindeki kontrol ve egemenlikleriyle ilgili olarak Avrupa’dan Asya’nın doğusuna kadar olan uzaklıkları belirli bölümlere ayırmak suretiyle bölgesel olarak tanımlama ihtiyacından doğmuştur. Avrupalı coğrafyacılar Fırat ve Dicle nehir Vadileri’nin belirlediği hattın batısında kalan toprakları “yakın doğu”, bu hat ile Seylan-Burma hattı arasında kalan toprakları “Orta Doğu”, bu hattın daha doğusundaki coğrafi alanları da “Uzak Doğu” olarak kabul ediyorlardı”.[1]

Fahir Armaoğlu’na göre Türkiye'nin Orta Doğu ülkeleri ile münasebetlerinde; birbirindenfarklı üç dönem vardır: “Birinci dönem, 1950-1960 arası, ikinci dönem 1963-1964 Kıbrıs buhranından 1973 Petrol Krizine kadar olan dönem ve üçüncüsü de 1973'den sonraki dönemdir.”[2]

“1955-1959 arasında Orta Doğu bölgesindeki Doğu-Batı çatışmalarında gördüğümüz gibi, bu dönemde Türkiye de Orta Doğu ülkeleri ile bir çatışma, içinde olmuştur. Bunun da sebebi, soğuk savaş yılları olan bu dönemde Türkiye Sovyet tehdidini ağır bir şekilde üzerinde hissetmiş, bunun için NATO'ya girmiş ve Sovyet Rusya'nın Orta Doğu’ya sızmak istemesi ve Arap ülkelerinin de bu sızmayı kolaylaştırıcı davranışlarda bulunmaları, Türkiye'yi ürkütmüştür. Başka bir deyişle, Türkiye bu dönemde Batı'ya dayanırken, Orta Doğu ülkeleri Batı ile çatışma içinde olmuşlardır. Bu farklılık, Türkiye'nin Arap ülkeleri ile bir diyaloğa sahip olmasını önlemiştir. 1963-1964 Kıbrıs buhranından 1973 petrol krizine kadar olan dönem ise, Türkiye'nin Orta Doğu’ya ve Arap ülkelerine yaklaşma politikasına ağırlık verdiği ve 1973 petrol krizinden günümüze kadar olan süre ise, Arap dünyasının Türkiye'nin global dış politikasında temel unsur olarak yer aldığı bir dönemdir. Bu dönemde, Türk dış politikası, bir yanda Batı ittifakına dayanırken, öte yandan da, Batı ittifakı ile olan münasebetlerini, Orta Doğu politikası ile uyumlu halde tutmaya bilhassa itina göstermiştir”.[3]


ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERİMİZİN TARİHÇESİ


Aslında İran hariç olmak üzere,Orta Doğu Türkiye için hep önem taşımaktaydı. Bu topraklar 16. Yüzyıl’dan itibaren 1. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasına kadar,  hemen hemen 400 yıl Osmanlı Yönetiminde bulunmuştu. İran ve Afganistan haricindeki diğer Orta Doğu devletleri, I. Dünya Savaşı’nın sonunda elden çıkmış olsa da, hukukî olarak Osmanlı Devleti’nin yönetimindeydi.  Osmanlı Devleti’nin savaştan yenik çıkması üzerine Anadolu dışındaki yerler İngiltere ve Fransa’nın hakimiyetine geçmişti. I.Dünya savaşı sırasında bu bölgenin Arap unsurları halifenin cihat ilanına rağmen düşmanla işbirliğine gitmişti. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde karşılaştığı sorunları barışçıl yöntemlerle çözümlemeyi tercih eden çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu’ya yönelik çok büyük sorunlarından veya çok stratejik politikalarından bahsedebilmek çok da olası değildir. Türkiye kendi iç meselelerine, yapılan devrimlerin topluma yerleştirilmesine konsantre olduğundan dıştaki gelişmeleri sadece dikkatle izlemek durumundaydı…

Tabii Atatürk devrinde çok farklı bir Orta Doğu mevcuttu. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de Fransa esas itibarı ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nın sürüncemede kalan sorunlarının görüşüleceği muhataplar da doğal olarak bu ülkeler olacaktı. Lozan Antlaşması’ndan sonraki yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında Misak’ı Milli’de vurgulanan prensipler damgasını vurmuştur. Ki bu da, en basit tanımıyla  “Türk unsurunun çoğunlukta olduğu yerlerde Milli bir Türk Devleti kurmak” şeklinde açıklanabilir. Yani Türkiye Cumhuriyeti Osmanlıların egemenliği altında kalmış olan Arap ülkeleri üzerindeki iddialarından vazgeçmiş ve beklentilerini diğer milletlerin çıkarlarına dokunmayacak şekilde sınırlandırıyordu. Ancak Türkiye’nin Misak-ı Milli’deki Orta Doğu toprakları ile ilgili istekleri gerçekleşmedi. Lozan’da da bu topraklardan vazgeçmesi sonucunda Araplar batılı emperyalistlerle karşı karşıya kaldı. Orada kurulan yapay devletlerin temel amacı bağımsızlıklarını kazanmaktı.


MUSUL VE HATAY SORUNU


“Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim 1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz Kuvvetleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda ise ihtilâfın Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı. İstanbul’da 1924 Mayıs ve Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere yalnızca Musul’un değil, Hakkâri Vilayeti’nin bir kısmının da kendisine verilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir anketin sonuçlarına dayanarak Musul Bölgesi’nin Irak’ın bir parçası olmasını tavsiye etti ve bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı. Türkiye 1926’da 8 Konseyin tavsiyesini kabul etti ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesini öngörüyordu. Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden” bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt Bölgesi’ni ve Kerkük’ü de kapsayan Musul Bölgesi’nin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı.” [4]

Hatay sorununda da Türkiye kendisine muhatap olarak Fransa’yı aldı. “Hatay için Atatürk “Kırk asırlık atalar yurdudur” demiştir. Ancak kırk asırlık atalar yurdu Türkiye’nin elinde değildi. 1921 yılında Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması Hatay’ı (İskenderun) Suriye’ye bırakmıştı. Ancak İskenderun Sancağı’na özel bir statü tanımıştı. Sözde Fransa Suriye’de mandater bir yönetim kuracaktı. Ancak olmadı. Fransa bu yükün altından kalkamayınca Suriye’den çekilmeye karar verdi…”[5]

Hatay sorunu da bu dönemde Suriye ile yaşanan bir sınır sorunu olmuş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin uzun yıllar boyunca olumsuz seyretmesini beraberinde getirmiştir. Esasen TBMM Hükümeti ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması’na göre o zamanki adıyla İskenderun Sancağı Suriye sınırları içinde kalacak ancak “özel bir idare” şekline sahip olacaktı. 1936 yılında Fransa’nın Suriye’ye bağımsızlık vermeyi gündeme getirmesiyle sorun ortaya çıkmıştır. Türkiye Fransa’dan Suriye’ye bağımsızlık verirken İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık vermesini talep etmiş, sorun Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir. 1937’de sancağın içişlerinde tamamen bağımsız, dışişlerinde Suriye’ye bağlı, kendine özgü bir anayasa ile idare edilen bir konuma kavuşmasına karar verilmiştir. M. Kemal’in kararlı tutumuyla bu sorun da çözüme kavuşmuştur. 1938’de yapılan seçimlerde Türkler parlamentoda çoğunluğu elde edince Parlamento 2 Eylül 1938’de “Hatay” ismiyle bağımsızlığını ilan etmiş, 23 Haziran 1939’da Türkiye ile Fransa arasında yapılan anlaşma ile Hatay’ın Türkiye’ye katılması sağlanmıştır.1939’da Hatay’ın anavatana katılmasıyla da Türk - Arap İlişkileri yeni bir döneme girmiştir.

“Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür. Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar ve çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş patlak verdi. 1821-23 yılları arasında yine karşı karşıya gelen iki devlet Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi açık olmadığından anlaşmazlıklar ve ihlâller devam etti. 1847’de, yine Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi. İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da dinciler Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı ve Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir güvenlik ve dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin de güvenliğini tehdit eden eylemlerine son vermeye yönelik önlemler almayı taahhüt ediyorlardı.”[6]

İtalya’nın Habeşistan’a saldırması neticesinde Türkiye’nin öncülüğünde doğuda İtalya’ya karşı bir güç birliği kurulması amacıyla 1935’te İran, Afganistan ve Türkiye arasında üçlü bir  anlaşma yapıldı. O dönemde İran ve Irak sınırlarından ötürü bir ihtilaf yaşamaktaydılar ve bu yüzden Irak başlarda katılmamıştır ancak sonrasında 1937’de bu dört ülke Sadabad Paktı’nı imzalamışlardır. Buna göre bu ülkeler birbirlerinin içişlerine karışmayacaklar, sınırlarına saygı göstereceklerdi. “Sadabat Paktı Atatürk’ün gelişen dünya olayları karşısında Türkiye’nin doğusunu ve öteki ülkelerle birlikte Orta Doğu’yu güvenlik altına alma çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.[7]

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN İLİŞKİLER

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra nispeten gerileyen Orta Doğu ile ilişkilerde 1965 sonrası bir iyileşme ve gelişme görülmektedir. Türkiye’nin batıya entegre olmuş bir siyaset izlemesi, batıdan kopan ve batılı devletlere karşı mücadele veren Arap ülkelerinin arasını açmıştır. Türkiye 1952 yılında NATO’ya katıldıktan sonra Orta Doğu’ya karşı dahil olduğu bloğun siyasetini izlemek durumunda kalmış, buradaki sürtüşmeleri ise bloklar arası bir mücadele olarak kabullenmiştir. Üstelik Arap ülkelerinin ortadan kaldırmaya çalıştığı İsrail’i Türkiye’nin tanıma kararı Orta Doğu’nun Arap ülkeleriyle ilişkilerde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ancak sonraları diplomatik anlamda yalnızlık yaşamak istemeyen Türkiye Orta Doğu ile ilişkile-rinde bir yakınlık içine girme eğilimi sergilemiştir. BM Genel Kurulu’nun 1947’de Filistin’i taksim kararına Türkiye Arap ülkeleriyle birlikte hayır oyu vermiştir. 1948-1951 arasında Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde Türkiye-ABD ilişkilerinin yakınlaşması ve Türkiye’nin Nato’ya katılımı  Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’ndan uzaklaşması sonucunu doğurmuştur. Orta Doğu Komutanlığı Projesi, 1954 Bağdat Paktı‟nın kuruluşu, 1956 Süveyş, 1957 Suriye ve 1958 Orta Doğu bunalımları sırasındaki tutumu da bu durumu daha da derinleştirmiştir

“Diğer taraftan, Türkiye ile Orta Doğu arasındaki münasebetlerde her iki taraf açısından da bazı konular veya meseleler, bu münasebetler üzerinde müessir olmuş ve bu münasebetlere şekil vermiştir. Türkiye açısından, söz konusu konular, Türkiye'nin NATO üyeliği, Kıbrıs meselesi ve petroldür. Arap dünyası için de, bilhassa Türkiye ile münasebetlerinde, İsrail meselesi ve İslamiyet, mühim faktörler olmuştur. 1963-1964 Kıbrıs buhranı, nasıl Türkiye'nin Amerika ve Sovyet Rusya ile münasebetlerinde büyük değişiklikler yapmış ise, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu ile münasebetlerinde de bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü, 1965 yılı Aralık ayında B.M. Genel Kurulunda Kıbrıs meselesi müzakere edilirken, Türkiye bilhassa Arap ülkeleri karşısındaki yalnızlığını açık bir şekilde görmüştür. Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ne hiç bir şekilde müdahale edilemeyeceğini belirten ve dolayısıyla Türkiye'ye karşı olan, Genel Kurulun 17 Aralık 1965 günlü kararına, ancak 6 devlet oy vermiş, 14 Arap ülkesi ise Türkiye'nin aleyhine olan bu kararı desteklemiştir. Bu durum Türkiye'ye, Arap dünyası ile münasebetlerinde ne kadar zayıf kalmış olduğunu gösteriyordu.”[8]

1960’lardan 1980’e kadar geçen süreçte Türkiye, Orta Doğu devletlerinin içişlerine karışmama, devletlerle diplomatik ilişkileri geliştirme politikası izlemiştir. Arap İsrail sorununa dengeli yaklaşma stratejisi gütmüştür. 1967 ve 1973 Arap-İsrail Savaşlarında BM’de batılı ülkelerden farklı olarak Arap ülkelerinin yanında yer almıştır. 1973 Savaşında ise İncirlik Üssü’nün İsrail’e yardım amaçlı olarak ABD tarafından kullanılmasına da izin vermemiştir. Bu jestlerin neticesinde  Arap ülkelerinin Türkiye’ye yönelik tavrında önemli iyileşmeler olmuştur. 1973 yılında Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının yapımı anlaşmaya bağlanmıştır. OPEC ülkeleri batıya petrol ihracı kısıtlamalarından Türkiye’nin ayrı tutulmasını uygun görmüşlerdir. Türkiye 1969’da İslam Konferansı Örgütü çalışmalarına katılma kararı almıştır.


1980 SONRASINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI


1980 sonrası Türkiye benzer ılımlı politikalarını sürdürmüş ve Orta Doğu ülkeleriyle olan ticaret rakamları oldukça üst seviyelere çıkmıştır. Özellikle İran-Irak savaşında Türkiye tarafsız kalmak suretiyle dengeli bir siyaset izlemiştir. Ancak PKK terör örgütünün faaliyetlerine başlaması, İsrail’in Filistin’e yönelik çıkışları ve İran ile özellikle rejimsel açıdan yaşanan sorunlar 2000’lere gelindiğinde Türkiye’nin Orta Doğu siyasetinde yerini yeniden gerginliğin alması sonucunu doğurmuştur.

“12 Eylül 1980'den itibaren Türkiye'nin Orta Doğu politikası yeni bir dinamizm kazanmış ve 12 Eylül idaresinin yeni ve dinamik bir Arap politikası takip edeceği görülmüştür. Zira, 12 Eylül harekatından iki buçuk ay sonra Türkiye, 26 Kasım 1980’de, İsrail ile diplomatik münasebetlerimizi ikinci katip seviyesine indirme kararı almıştır. 1956 Arap-İsrail savaşından beri, yani 24 yıldır, Türk-İsrail münasebetleri maslahatgüzarlar seviyesinde yürütülmekteydi. Türkiye 1956 da, İsrail’in Mısır’a saldırısı üzerine büyükelçisini geri çekmiş ve diplomatik temsilini maslahatgüzar seviyesine indirmişti. Şimdi ikinci katip seviyesine indirmekle Türkiye, gayet ehemmiyetli bir harekette bulunmuş olmaktaydı. Bu jestin ve bu hareketin muhatabı şüphesiz Arap ülkeleri idi. 14 Aralık 1981’de İsrail Parlementosu Golan Tepelerini ilhak kararı aldığı zaman da Türkiye bunu protesto etmiş ve bu ilhakı da tanımamıştır. Türkiye'nin Orta Doğu politikasının son bir karakteristiği de, İran'da Şah’ın devrilmesinden sonra, Amerika(nın 1979 Nisanı’ndan itibaren olgunlaştırmaya başladığı ve Türkiye'ye de yer vermek istediği Hızlı İntikal Kuvveti (Rapid Deployment Force) veya Orta Doğu Çevik Kuvveti karşısında aldığı tutumdur. Şu anda Türkiye Amerika ile münasebetlerine büyük ehemmiyet vermesine ve Türk-Amerikan münasebetlerinin devamlı ve hızlı bir gelişme içinde olmasına rağmen, Çevik Kuvvet'e doğrudan doğruya bulaşmamaya ve gerek Amerika ve gerek NATO ile olan münasebetlerinin, Orta Doğu ülkeleri ile olan münasebetlerine herhangi bir şekilde gölge düşürmemesine büyük dikkat sarf etmektedir.” [9]

Türkiye Suriye ile ilişkilerinde PKK sorununu çözmek için gittikçe daha kararlı ve sert bir politika izlemeye başlamıştır. Bu süreç Ekim 1998 yılında krize sebep olmuştur. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş16 Eylül tarihinde  Hatay’da yaptığı konuşmada “Suriye’ye karşı sabrımız kalmadı. Türkiye beklediği karsılığı alamazsa her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” demiş ardından Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı sert açıklamalarda bulunmuştur.


ABD POLİTİKALARININ ETKİSİ VE BOP


Günümüze geldiğimizde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarını müttefiki ABD’nin izlediği stratejilerden ayırabilmek kolay kolay mümkün değildir. Detaylarda Türkiye’nin kısmı çıkışları, özerk bazı inisitiyatifleri olsa da resmin geneline baktığımızda ABD’nin belinlendiği oyunun hemen hemen her yönüyle sahneye konduğunu söyleyebilmek mümkündür. Günümüzde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarını analiz edebilmek için öncelikle BOP kavramını (Büyük Orta Doğu Projesi) iyi bilebilmek ve irdeleyebilmek gerekmektedir.

ABD’nin yeni yüzyılda nasıl bir dünya düzeni hedeflediği, 1994-1998 yılları arasında geliştirilen, Aralık 1999’da yönetim tarafından yayımlanan “yeni bir yüzyılda bir ulusal güvenlik stratejisi”olarak adlandırılan belgede açıklanmıştır. ABD dış politikasındaki hedef güvenlik ve refahın sağlanmasıdır. ABD’nin ulusal güvenlik stratejisi: ABD’nin milli menfaatlerinin ve değerlerinin birliğini yansıtan “amerikan yayılmacılığı”üzerine inşa edilmektedir. ABD’nin dış politika uygulamaları dikkate alındığında hedefin küreselleşmenin sağladığı imkanlardan ve Varşova Paktı ile SSCB’nin dağılmasından sonra meydana gelen güç boşluklarından istifade ederek enerji kaynaklarının bulunduğu bölgeleri, ulaşım yolları üzerindeki kritik boğaz ve geçitleri kontrol etmek olduğu görülmektedir. ABD’nin enerjinin 21. yüzyılda giderek artan hayati önemi doğrultusunda, “enerji kaynaklarını ve ulaşım yollarını kontrol eden, dünyayı kontrol eder”jeopolitik görüşü doğrultusunda faaliyet gösterdiği söylenebilir.

ABD dış politikası:

-                      İç ve dış güvenliğin sağlanması ve güvence altına alınması,

-                      Hürriyet, insan hakları ve demorasinin milli güvenliğin en iyi şekilde korunmasını sağlayacak bir araç olarak genişletilip yaygınlaştırılması,

-                     Güçlü ekonomiye sahip olunması ve serbest piyasa

         sistemin yayılması,

-                      Silahlı kuvvetlerin yeni dönemin gereklerine uygun olarak teşkilatlanması ve konuşlandırması ilkeleri üzerine istinat etmiştir.

-                      ABD “engagement and enlargement - angajman ve genişleme”olarak tanımlanan bu stratejide, milli çıkarlarının ve değerlerinin geliştirilebileceği hedeflere seçici şekilde angaje olma yolunu benimsemiştir. ABD çıkarlarının yoğunlaştığı ve angaje olduğu bölgeler; Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasından sonra güç boşluğu oluşan orta ve güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’dır.

Genişleme çevrelemenin yerini almakta, serbest piyasa ekonomisi ve demokrasi değerlerinin yayılması esas alınmaktadır. Dünyada açık toplumlar ve açık pazarlar oluşturulmaya çalışılarak ABD’nin dünyadaki etkinliği genişlemektedir. Serbest piyasa ekonomisi uygulayan demokratik toplumların geliştirilmesine yönelik “enlargement-genişleme”adı verilen politika üç hedefi kapsamaktadır;

       

*Totaliter veya otoriter ülkelerde transformasyonun sağlanması,

* Sorun oluşturan ülkelerde demokrasi ve serbest piyasa sisteminin geliştirilmesinin teşvik edilmesi gerektiğinde bu ülkelerin zorlanması.

*Serbest piyasa ekonomisi ve demokratik değerlere sahip toplumlarda bu kavramların sürdürülmesinin sağlanması.

      

11 Eylül terör saldırıları ile ABD’nin güvenliği ciddi bir darbe aldığı için caydırıcılık ve önleyici diplomasi ile sorunların krize dönüşmeden halledilmesi prensibine“preemptive attack”,“preventivewar” gibi önleyici müdahale kavramları da dahil edilmiştir. 11 Eylül sonrasında, birçok bilim adamı, ABD’nin dış ve güvenlik politikasında radikal bir değişim olduğunu ileri sürmüştür. Ancak gerçekçi bir değerlendirme yapıldığında radikal bir değişim değil konjonktürel bir değişimin söz konusu olduğu görülmektedir.

ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin üç ana hedefinden birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenliğini güvence altına almaktır. 11 Eylül terör saldırılarından sonra geliştirilen kavramlar bu hedefi sağlamaya yönelik stratejilerdir. Bu hedef doğrultusunda gerçekleştirilen Afganistan ve Irak savaşları diğer iki hedef doğrultusunda yapılması gereken faaliyetlerin önüne geçmiştir. Daha derin düşünüldüğünde ise Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerine yerleşilerek diğer iki hedefin uygulanması için uygun koşullar oluşturulduğu anlaşılmaktadır.


ABD’NİN STRATEJİLERİ


Yeni bir yüzyılda bir ulusal güvenlik stratejisi”nin diğer üç hedefi dışarıda demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisinin yayılmasını sağlamaktır. Demokrasilerde iktidarların seçimle değiştirilebildiği dikkate alındığında, ABD’nin, demokrasinin yaygınlaşması sayesinde gelişmekte olan ülkelerin iktidarlarını askeri güce başvurmadan siyasi ve ekonomik tedbirlerle şekillendirme imkanına sahip olduğu görülmektedir. Serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaştırılması ise son yıllarda durgunluk içinde olan ABD ekonomisi için yeni açılım ortamı yaratabilecektir. Serbest piyasa ekonomisini uygulamaya başlayan yeni devletler, yeni pazarlar olarak ortaya çıkacak ve uluslararası ticaretin gelişmesine katkı sağlayacaktır. Pazardaki genişlemeden en büyük payı şüphesiz gelişmeleri yönlendiren ABD alacaktır. Hukukun üstünlüğünün yerleşmesi ABD şirketlerinin elde ettiği hakların kalıcı hale gelmesi açısından önemlidir. Eskiden olduğu gibi bir iktidar değişikliğinde elde edilen haklar geri alınamayacaktır. Bu nedenle, bu kavramlar yeni dünya düzeninin şekillendirilmesinde önemli moral değerler olarak ön plana çıkacaktır.

Bu gelişmelerin bir uzantısı olarak, 2004 yılında ABD’de büyük Orta Doğu ve Orta Asya Kalkınma Kanunu çıkmıştır. Bu kanunla Orta Doğu jeopolitik açıdan genişletilmiş kapsamına Kafkasya, Orta Asya ve Kuzey Afrika da dahil edilmiştir. Büyük Orta Doğu Projesi’nin alt yapısıyla ilgili üç teşkilat kurulmuştur. Bunlar Demokrasi Vakfı, Kalkınma Vakfı ve Kalkınma Bankası’dır. Bu teşkilatlar bu projelerin finansman ve organizasyonunu gerçekleştirmektedirler. ABD Orta Doğu’ya yönelik böylesine önemli bir projeyi neden hayata geçirmiştir?

Günümüze baktığımızda Orta Doğu belirsiz ve flu bir gidişata sahipken buna paralel olarak Türkiye’de ise siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda yaşanan keskin iniş çıkışlar görülmektedir. Acaba yaşanan bu iç ve dış gelişmeler birbirinden bağımsız mıdır? Yoksa neden-sonuç açısından birbiriyle ilintili midir?


BOP VE HEDEFLER


İlk kez ekim 2003’de ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grosman tarafından, daha sonra 2004 başlangıcında Davos’ta ABD Başkan Yardımcısı Dıck Cheny tarafından; büyük Orta Doğu Projesi’nin genel amaçları şu şekilde dile getirilmiştir:

(1) Orta Doğu ülkelerinde siyasal ve ekonomik ortamlara destek sağlamak,

(2)  Bölgede istikrar sağlamak,

(3) Filistin-İsrail anlaşmazlığına iki devletli çözüm getirmek,

(4) Teröre destek veren ülkelerle savaşarak, asimetrik tehdidi oluşturan terörist eylemleri önlemek,

(5)Terörist eylemlerde kullanılabilecek olan kitle imha silahlarını yok etmek,

(6) Kökten dinci İslam zeminine, ılımı İslam’ı oturtmak,

(7) Batı karşıtlığına yol açan anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak.

ABD Dışişleri eski Bakanlarından  Condolezzo Rice ise, başdanışman olduğu sırada; bu projeyi dünya kamuoyuna “Fas’tan Çin sınırına kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesi” olarak tanıtmıştır.

Bazı siyasi ve askeri çevreler ise büyük Orta Doğu projesinin temel amaçlarını genelde şu şekilde ifade etmektedirler:

(1) İsrail’in varlığını korumak,

(2) Kesintisiz petrol akışını sürdürmek,

(3) Kitle imha silahlarını yok etmek

(4) ABD’ye muhalif yöntemleri ve unsurları etkisizleştirmek,

(5) Filistin’de istikrarı sağlamak.


Kesin sınırları tartışmalı olan bölgede 650 milyon insan yaşamakta; bölge 12 milyon km²’lik bir alanı kapsamaktadır.  Büyük Orta Doğu Projesi dört platformda uygulanmaktadır. Birinci platformda batılı değerlerin yerleşmediği despotik ve terör destekçisi diye adlandırılan ülkeler yer almaktadır. Afganistan ve Irak savaşları bu açıdan değerlendirilmelidir. Sorunun ana merkezi olarak görülen bu iki ülkeye ABD bizzat güç kullanarak projeyi uygulamaya çalışmaktadır. İkinci platformda ise, yine otoriter ve batılı değerlere karşı çıkan rejimler vardır. Bunlar İran, Suriye ve Libya’dır ABD bu ülkelere karşı da kuvvet kullanma tehdidinde bulunmakta ve bu ülkeleri proje doğrultusunda değişime zorlamaktadır. Üçüncü platform ise; yine otoriter ama tehdit unsuru düşük olan ülkelerdir. Bunlar Orta Asya ve Kafkasya ülkeleridir. Bu bölgelerin özelliği SSCB ve Varşova Paktı dağıldıktan sonra büyük bir güç boşluğunun oluşmasıdır. Bu perspektiften bakıldığında sıra Kafkaslar ve Orta Asya’ya gelmiştir. Kafkaslar’da sırasıyla Gürcistan’da kadife devrim, Ukrayna’da turuncu devrim olmuştur. Bunun yanı sıra Lübnan’da sedir devrimi uygulamaya konmuştur. Orta Asya’da ise ilk devrim Kırgızistan’da gerçekleşmiştir.

Bu devrim genelde; örgütlenen muhalefet, fakirlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yolsuzluk, seçimlere hile karıştırılması gibi halkı rahatsız eden ve tetikleyen gelişmeleri ön palana çıkararak demokratik açılımlar sağlamak şeklinde geliştirilmiş ve amacına ulaşmıştır. Son yıllarda Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerde yaşanan olayları da özerk bir huviyetle incelemektense bu strateji perspektifinde değerlendirmek sebep ve sonuç ilişkisini çok daha net bir biçimde görebilmeyi sağlayacaktır.


MODEL ÜLKE TÜRKİYE

      

Dördüncü platform Türkiye’dir. Türkiye hem yeni dünya düzeninin hem de Büyük Orta Doğu Projesi’nin model ülkesidir. Türkiye özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi kavramlarının yerleştirilmeye çalışıldığı bir ülkedir. Değişimin itici gücü ABD ve AB’dir. Bu nedenle olumlu gelişmeler bunlara yansıtılmakta, projeden sapmalar problem olarak yönetime mal edilmektedir. Ekonomik parametrelerdeki dip noktalar ve zirveler sağlanan teşvikler ve sivil toplum örgütlerinin yönlendirilmesiyle yönetimler proje hedefleri doğrultusunda hareket etmeye zorlanmaktadır. Projeden büyük sapmalar gösteren iktidar değişimin sağladığı ortamdan istifade edilerek ekonomik ve siyasi krizlerle iktidardan uzaklaştırılabilmektedir.

“ABD ve koalisyon güçlerinin Irak’ta gerçekleştirdiği harekat Irak içindeki tüm siyasi ve toplumsal dengeleri bozmuştur. Irak’ta etnik ve dini köken ön plana çıkmış, Irak Şii, Sünni ve Kürt yapılarına ve bölgelerine bölünmüştür. Şiiler tarihlerinde ilk defa iktidara gelmiştir. Kürtler siyasi ve toplumsal olarak ilk kez kabul görmüşler ve kendi özerk yönetimlerine sahip olmuştur. Irak’ın yönetiminde tarih boyunca söz sahibi olan Sünniler ise ilk kez Şii-Kürt Bloğu’nun yönetimindeki egemenliği ile karşı karşıya kalmışlardır. Irak içinde bu üç grubun çatışması ve Irak’ın toprak bütünlüğünü kaybetme riski harekatın ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardır. ABD Irak harekatının  ardından Orta Doğu’da diplomasi etkinliğini kaybetmeye başlamıştır. Bunun iki önemli nedeni bulunmaktadır. ABD Orta Doğu’daki sorunlar için diplomasiyi bırakmış ve askeri çözümleri ön plana çıkarmıştır. İkincisi ise ABD’nin bu tutumu karşısında bölge halkları ve yönetimlerinin ABD’ye olan güveni önemli ölçüde azalmıştır. ABD’nin kendi tercihi bu politikalar ile Orta Doğu diplomasisinde önemli bir boşluk doğmuştur. ABD’nin yarattığı boşluğu doldurmak için diğer aktörler etkinliklerini arttırmaya başlamıştır.”[10]

Emekli General ve siyasetçi Orhan Pamukoğlu “İnsan Ve Devlet (Arada Sıkışıp Kalanlar) isimli kitabında ABD’nin Orta Doğudaki mevcut durumunu ve İran ile arasındaki gerginliği şu şekilde tasvir etmektedir: “ABD’nin Irak meselesi öyle bir çıkmaza girdi ki “Dünyanın şer üçgeninden biri” dediği İran’la Şiilerin arasını bulmak, Suriye ile Sunnilerin ikna edilmesi yollarını aramaya başladı. Tekrar başa dönüp İran’a sataşmaya devam ediyor. İran, Irak’la 1609 kilometre, Türkiye ile 486 kilometre, Türkmenistan’la 1206 kilometre, Afganistan’la 945 kilometre , Pakistan’la 978 kilometre, Azerbeycan’la 767 kilometre, Ermenistan’la 40 kilometre (800 kilometre Hazar Denizi’ne dayalı demek) İran ve Umman Körfezi’nin uzunluğu ise 2043 kilometredir.Irak’ta kuzey bölgedeki dağlık kesim Kürtlerde olduğu için sert coğrafyada çarpışmalara girmedi. Orta Irak’ın düz alanlarında kent savaşlarındaki direnişi bile yok edemeyen ABD’nin İran topraklarındaki halini düşünmek için askeri stratejist olmaya gerek yok. Nükleer ve askeri tesislerini havadan vurmaya niyetli olduğu anlaşılıyor. Varsayalım ki vurdun. Eline ne geçecek? Hiçbir şey geçmeyeceği gibi gibi bölge cehenneme dönecek. Sıradan bir dahi şu sınır uzunlukları, bu sınırların açıldığı devletleri, coğrafi yapı hakkında bilgiler aldıktan sonra denilebilecek tek şey vardır:”Şaşkın ördek kıçtan dalar”[11]


Türkiye’nin bugün izlemekte olduğu Orta Doğu politikasında özellikle dini söylemlerden ve işbirliklerinden uzak durmak yerinde bir strateji olacaktır. Diplomasi menfaat üzerine kurulur ve dış ilişkilerde duygusallığın yeri yoktur. Her ülkenin iç politikası ile dış politikası birbirinden güç alarak gelişir ve devam eder. Türkiye bugün teröre son verilmesi, demokrasinin güçlendirilmesi AB’ye girebilme yolunda gerekli düzenlemelerin yapılması konularına odaklanmış durumdadır. Türkiye’nin Orta Doğu’da gerçekten hakim ve güçlü bir ülke olması için öncelikle iç politikasındaki ekonomik ve siyasi meselelerini başarıyla çözebilmesi gerekmektedir. Bunun için de ne şu dönemde dünya kamuoyuna yansıtıldığı gibi ne doğuya entegre olmak ne de uzak durmak doğru bir strateji olacaktır. Keza batıya çok fazla yanaşıp Orta Doğu’dan kopmak ya da Orta Doğuya ve Arap ülkelerine çok fazla yaklaşıp batıdan uzaklaşmak doğru bir politika olarak nitelendirilebilir. Burada önemli olan Atatürk dönemindeki barışçı ve tarafsız siyaseti muhafaza ederek Türkiye’yi Orta Doğu’nun güçlü ve güçlü olduğu kadar da saygın bir pozisyonda konumlandırabilmektir.



BUNDAN SONRASI İÇİN GÖRÜŞLER VE ÖNERİLER


Peki bundan sonrasında Türkiye’nin Orta Doğu politikasına dair öneriler neler olabilir? Prof. Dr. Ekrem Memiş tarihin çok iyi bilinmesini ve ders alınmasını önermektedir:

“İşte bu yüzdendir ki Türkiye Orta Doğu Politikası’nı belirlerken geçmişte yaşadığı tecrübelerinden muhakkak surette yararlanmalıdır. Başka bir tabirle Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenler bu bölgede etkili olabilmek ve doğrudan politikalar üretebilmek için Orta Doğu tarihini son derece iyi bilmek zorundadırlar. Çünkü tarih sayfaları karıştırılacak olursa gayet açık bir şekilde görülecektir ki komşularımızın yüzlerce yıl önce bize karşı takip ettikleri politikaları ile bugünkü politikaları ve hedefleri arasında hemen hemen fark yoktur. Değişen sadece zaman ve kişilerdir. Bu da onların tarihlerini çok iyi bildiklerini gösterir. Örneğin bugünkü Suriye binlerce yıl önce ataları Asurlular’ın Anadolu’ya karşı takip ettikleri politikaları aynen sürdürmektedir. Bugünkü İran’ın Anadolu’ya yönelik politikası ile Şah İsmail’in Osmanlı’ya karşı karşı takip ettiği politika arasında ne fark vardır?” [12]

Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün raporunda ise Türkiye’nin rasyonel politikalarla Orta Doğu’da kendi yarattığı boşluğu yine kendisinin doldurabileceğinin altı çizilmektedir:

“Türkiye, ABD’deki eski yönetimin Orta Doğu’da yarattığı boşluktan yararlanarak Orta Doğu’daki işlevini ve etkinliğini önemli ölçüde arttırmıştır. Ancak ABD’de yeni yönetim Orta Doğu’da yeniden etkin ve doğrudan bir diplomasi ile yer almayı hedeflemektedir. ABD’nin Orta Doğu’ya geri dönüşü, kendi yarattığı boşluğu kendisinin doldurması anlamına gelmektedir. Türkiye’nin yeni Orta Doğu politikası bundan olumsuz etkilenecektir. Türkiye’nin kolaylaştırıcı ve arabulucu işlevi zayıflayacaktır. Bu zayıflama muhtemelen Türkiye’yi Orta Doğu’daki idealizminden realizme yakınlaştıracaktır. İran, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin ile ilgili konularda ABD’nin doğrudan diyaloga girmesi AKP Hükümeti’nin bölgedeki oyun alanını daraltacaktır. Türkiye’nin öncelikli ortak olma vasfı da son Hamas çıkışı ile zayıflamıştır. ABD ve Fransa ile Avrupa Birliği kendilerine yeni dönemde ortak olarak Mısır’ı seçmişlerdir. Türkiye Orta Doğu’da yeni dönemde idealizm ile realizm dengesini iyi kurmalıdır. İdealizmde ısrar, Türkiye’yi Hamas’a (ve İran’a) yakınlaştıracak ABD, AB, İsrail, Filistin (El Fetih ve Mahmud Abbas) ve Sünni Arap ülkelerinden uzaklaştıracaktır. Global alanda çok taraflı yeni denge taraflar arası çıkarların ortaklaşa kurgulanması ve paylaşılması üzerine kurulacaktır. Türkiye de dış politikasında Orta Doğu özelinde çok taraflılığın bu en önemli ilkesine bağlı kalmalı ve özen göstermelidir.[13]

Deneyimli diplomasi uzmanı emekli büyükelçi ve siyasetçi İlter Türkmen ise Türkiye’nin yeni dönemde izlemesi gereken Orta Doğu politikasında şu hususlara dikkat çekmektedir:

”Bugün Orta Doğu’nun Türk Dış Politikası’nda öncelikli bir odak noktası teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde, Kafkasya’da, enerji güvenliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede, hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiç birinde Orta Doğu’daki şiddet ve tehlike potansiyeli mevcut değildir. Irak’ta Amerikan Kuvvetleri’nin çekilmesi ile ortaya çıkacak durum hakkında öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve ABD karşı olsa da Irak’ın  parçalanması  olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda hem Araplardan ve hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt Bölgesi’ne yönelik siyaset ön plana geçmektedir. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların sadece İsrail’i değil başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir husus da Turkiye’nin Orta Doğu politikasının Ermenistan’a karşı güdülen politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir. İsrail’in politikasının çeşitli vechelerine ve özellikle yarattığı oldu bittilere ve Gazze’de olduğu gibi orantısız kuvvet kullanmasına  karşı  tepki ifade edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir.”[14]

Dipnotlar ve kaynakça

1Erkan Memiş, Kaynayan Kazan Orta Doğu, Çizgi Kitabevi Yayınları,Eylül 2002, 1. Baskı, s.6-7

2Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi,Alkım Yayınları,İstanbul Ocak 2010, 17. Baskı,s.1005

3Armaoğlu, a.g.e,s.1006

4 İlter Türkmen, Türkiye’nin Orta Doğu Politikası(Genel Bir Değerlendirme) Bilgesam Yayınları,İstanbul 2010, s.7-8

5 Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi II, Burak Kitabevi, İzmir Ocak 2011, 1. Basım, s.411

6Türkmen, a.g.e, s.11

7 Arı, a.g.e, s.409

8 Armaoğlu, a.g.e, s.1007

9 Armaoğlu, a.g.e, s.1010-1011

10İdealizmden Realizme;Türkiye İçin Orta Doğu’yu Yeniden Düşünmek,Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Raporu, Mart 2009, s.2

11 Osman Pamukoğlu, İnsan Ve Devlet (Arada Sıkışıp Kalanlar)İnkılap Yayınları, İstanbul 2007, s.176

12Memiş,a.g.e, s.250

13SAE raporu, s.5-6

14Türkmen, a.g.e, s.39