google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Önemi

Eğitim ve öğretim bireyin yarınları açından olduğu gibi toplumların yarınları açısından da en önemli hususlardan biridir. Gelişebilmenin ve aydınlanmanın olmazsa olmaz zorunluluklarının başında gelen eğitim çağdaşlık ve medeniyet yolunun ilk basamağıdır. Eğitim ve öğretimin sonucu medeniyet ve uygarlık, bunun tam tersi, eğitimin ışığından mahrum kalmanın akıbeti ise cehalet ve esarettir.

Kişiler ve toplumlar eğitim sayesinde bilinçlenir, bilinçlendikçe özgürleşir ve özgürleştikçe de bir uygarlığın parçası olabilirler. Vatandaşlarının iyi bir eğitim almasını sağlayan devletler dünya siyasetinde, ekonomisinde ve tüm dengelerde söz sahibi, belirleyici olabilirken bilimin önemini kavrayamamış, toplumunu aydınlatma bağlamında yetersiz kalmış devletler ezik, başkalarına muhtaç bir duruş sergilemekten öteye geçemezler.

Özellikle 18. yüzyılda sanayi devrimiyle birlikte eğitimin ve öğretimin önemi daha çok ortaya çıkmıştır. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilirken ülkelerin ve toplumların refah seviyelerini belirleyen unsur çağdaşlık, bilimsellik dolayısıyla eğitim ve öğretim olarak kendisini göstermiştir.

Osmanlı Devleti’nin eğitim ve öğretim alanındaki trajik hataları, ihmalleri 600 yıl ayakta kalabilmeyi ve dünyaya hükmedebilmeyi başarmış bu güçlü yapıyı zavallılaştırmış, batılıların tabiriyle “hasta adam” konumuna düşürmüş, dönemin kudretli Osmanlı İmparatorluğu en nihayet “bireyleri eğitim ve öğretim almış” devletlere kayıtsız şartsız teslim olmak durumunda kalmıştı.

Osmanlı döneminde üç ayrı türde bir eğitim düzenlemesi mevcuttu. Bir yanda dinsel ağırlıklı eğitim veren mahalle mektepleri ve medreseler bulunmaktaydı. Mahalle mekteplerinde yoğunluklu olarak din bilgisi, ahlak, Kur’an kısmen de yazı ve aritmetik eğitimi verilmekteydi. Dönemin yüksek öğretim kurumları olarak kabul edilebilecek medreselerde ise Arapçanın dilbilgisi, sözdizimi, mantık, hitabet, fıkıh, ilahiyat gibi dersler verilmekteydi.

XIX. yüzyılın sonlarında medrese eğitimin toplumsal beklentilere yanıt vermediği gerekçesiyle devlet Avrupa’daki okulların benzerlerini açmaya başladı. Ancak bu okullarda da Arap ve Fars dillerine ağırlık veren bir eğitim anlayışı hâkimdi. Bunların yanı sıra yabancı dinsel kurumlarca açılmış yabancı dilde eğitim öğretim yapan misyoner okulları da mevcuttu. Daha ziyade yabancı çocukların devam edebildiği bu okullarda ise çağdaş eğitim yöntemleri uygulanmaktaydı.

“Böylece ülkede dini öğretim kurumları (Sıbyan Mektepleri ve medreseler), (Rüştiyelerden başlayıp Darülfünun’a kadar olan) Genel Eğitim Kurumları ve (Robert Kolej gibi) yabancı okullar aynı zamanda her biri ayrı telden çalarak öğretim ve eğitim faaliyetlerine devam etmekteydiler”[1]

Bu üç başlı ve farklı eğitim kurumlarından mezun olanlar arasında bir dil, bilgi duygu birliğinden söz edebilmek olanaksızdı, Bu da ortak bir kültürün sağlanabilmesini imkânsızlaştırıyordu.

 “Eğitim, her dönemde Türkiye’nin tarihinde büyük bir sorun olmuştu. Din kılığı altındaki softa tutumu, önce eğitimi yozlaştırmış gençliğin yarısını, yani kız çocuklarını eğitim alanının dışına itmişti. Osmanlı ülkesinde zaten eğitim kurumları arasında kurumsallaşma çok düşüktü. Var olan okullarda ise çağdaş eğitimin izlenmesi söz konusu değildi. Genellikle dinsel içerikli bir eğitim anlayışı körpe beyinleri bütünüyle orta çağın koşullarına indirgeyen bir eğitim anlayışı altında kıskacına alıyor, uyanık, çağın değerlerini kavramış eğitimli bireyler yerine gelişmelere karşı, yeniliklere kapalı, bu tür adımları da din dışına çıkmak olarak yorumlayan kimlik ve kişilikler yetiştiriyordu. Böylece eğitim kurumları olarak görülen medreseler yozlaşma süreçlerinde, toplumsal ilerlemenin itici bir gücü olmaktan çok, tıkacı olmaktan geri kalmıyordu. İlerleyiş tıkanınca bu kez gericilik dalgalarına sonuna kadar açık olan yollar toplumun düşünce yeteneklerini köreltiyordu. Bu eğitim anlayışla nereye nasıl ve nereye kadar gidilebilirdi ki ”[2]

Bu çarpıklığa ilk önce Ali Suavi’nin dikkat çekerek itiraz ettiği görülüyorsa da asıl ciddi ve ilmi tenkitler Ziya Gökalp tarafından yapılmakta idi.”Kozmopolit bir eğitim” olarak nitelendirdiği bu sapık ve çarpık durumun mutlaka düzeltilmesi gerektiğini ortaya koyan Gökalp “Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması normal olabilir mi? Bu üç terbiye usulü birleşmedikçe hakiki bir millet olmamız mümkün müdür?” diye soruyor “mütecanis bir millet” olmanın şartını da bu ‘birleştirme’de arıyordu”[3]

Atatürk yeni bir Cumhuriyet, yeni bir devlet kurmak idealiyle yola çıkmıştı. Yeni bir devlet, yeni bir toplumla mümkün olabilirdi elbette. Atatürk bir devrim yapmıştı. Eskiye dair hemen hemen her şey bırakılmış yepyeni esaslara dayalı yeni bir devlet kuruluyordu. Atatürk usunda belirlediği devrimleri ancak çağdaş değerleri benimsemiş çağdaş uygarlıkları hedefleyen bir toplum ile gerçekleştirebileceğine inanıyordu. Yeni bir yurttaş modeli yaratabilmek için topyekûn bir harekâta kalkışılmıştı. Ancak Osmanlı yönetiminde halk son derece cahil bırakılmıştı. Nüfusun yoğunlukta olduğu kırsal kesimde insanlar okul, eğitim nedir bilmiyordu. Hele kızlar eğitimden en ufak bir pay bile almamıştı. Toplum eğitimsiz olduğundan ekonomik kalkınma için ihtiyaç duyulan yetişmiş kalifiye personel yoktu. Hekim, hukukçu, ekonomist gibi belirli bir üniversite eğitimine ihtiyaç duyulan mesleklere mensup olanların sayısı yok denecek kadar azdı.

“Bu gerçeğin dürtüsüyle olmalı, Cumhuriyet’in ilanından birkaç gün sonra “Ulusal Eğitim Andı’nın (Maarif Misakının)bir genelde olarak yayımlandığı görülmektedir. Orada ulusal eğitimin amaçları şöyle belirlenmektedir: ‘Ulusçu, halkçı, devrimci. Laik ve Cumhuriyetçi yurttaşlar yetiştirmek. İlköğretimi uygulamalı, edimli olarak genelleştirmek, herkese okuma yazma öğretmek. Yeni kuşakları bütün öğretim basamaklarında genellikle bilimsel, özellikle ekonomik yaşamda etkin ve başarılı kılacak bilgilerle donatmak. Özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan gerçek ahlak ve erdemi egemen kılmak. Türk Ulusu’nu uygarlıkta en ileriye götürmek.’  Biraz özenle bakılınca söz konusu “Ulusal eğitim andı”ndaki maddelerin bugün Atatürk İlkeleri olarak adlandırılan düşüncelerle Atatürk’ün eğitime ilişkin görüşlerinin harmanlanmasından başka bir şey olmadığı görülmektedir. Başka bir deyişle Atatürk’ün kurduğu siyasal parti olan CHP’nin amblemine aktarılan altı oktan beşi bu eğitim andına Atatürk’ün eğitim konusundaki düşünceleri doğrultusunda aktarılmıştır. Demek ki Atatürk zaman, yer ve koşulları iyi ayarlayarak, düşüncelerini aşama aşama yaşama geçirmeyi yeğlemiştir”[4]

Yeni devletin yeni değerlerini benimseyecek, yaşatacak ve yüceltecek yurttaş modelinin yaratılması için alfabe değiştirilmişti. Konuşulan dil bile değiştirilmişti. Toplumun en kısa zamanda yapılan bu devrimlere uyum göstermesi gerekiyordu. Bunun için de eğitim ve öğretimin yeri, önemi ve misyonu büyük önem taşıyordu.

“Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın hemen bitiminden sonra,1923 yılının Mart ayında Türkiye’nin batısını içeren büyük bir geziye çıkmış, köylerde, kasabalarda, ilçe ve illerde halkla temas kurmuştu. Her yerde yokluk, yoksulluk, eğitimsizlik ve hastalık yaygındı. Bol olan dert, olmayan ise varlık ve gönençti. Toplum onca yılın önem vermez tutumu ve duruşu altında kendi yazgısına bırakılmış; bu terk edilmişlik ve ilgisizlik yetmiyormuş gibi, ardı ardına gelen savaşlar, salgınlar, ağır vergiler ve hor görülmeler, yalnız asker alımlarında ve vergi dönemlerinde anımsanmalar gibi yaklaşımlar nedeniyle, kara bir yazgı çukurunun içinde debelenip duruyordu.”[5]

Atatürk’e göre yeni Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşabilmesinin vazgeçilmez tek aracı ve ulusal birliğin en önemli unsuru eğitimdi, eğitimde birliğin sağlanabilmesiydi. Yeni kuşağın öğretmenlerin eseri olacağını, yeni Türkiye’nin genç kuşakların omuzlarında yükseleceğini söyleyen Atatürk Türk Devrimi’ni gençliğe emanet ederken hiç kuşkusuz eğitimi en önemli sorun olarak değerlendiriyordu. Atatürk devrimi sürekli kılabilmek için eğitimin öneminin, eğitim için verilecek mücadelenin ve bu mücadelede görev alacak öğretmenlerin ne derece önemli bir işlevi yerine getireceklerinin bilincinde olarak şöyle diyordu:

“Eğitim öğretime gelince bu da çok önemli ve hassas bir konudur. Devlet yurttaşlarının eğitim ve öğretimi ile çok ilgilidir. Bir kere ilköğretimi zorunlu tutar ve genellikle öğretim hükümetin denetim altında ve onun programları çerçevesinde olur. Çünkü öğretim özgürlüğü, niteliği dolayısıyla karmaşıktır. Bir yandan bireysel özgürlüğün gereğidir, fakat ortak bir kuruluşa dayanır. Onun için öğretime yasayla özel bir düzen verilmesi gerekir.”[6]

Atatürk’ün kurguladığı ve yerleştirmeyi çalıştığı eğitim anlayışında belirleyici öncelik ve özellik ulusal, halkçı olmasıydı. Ulusal eğitimin halk halkçı yönünün pekişmesi ancak toplumun tabanına ivedilikle ve eşit bir biçimde ulaşması ile mümkün olabilecekti. Ulusal eğitim politikasının temel amacının bilgisizliğin yok edilmesi olduğunun altını çizen Atatürk çağdaş devlet anlayışının her vatandaşın temel eğitim hakkını sağlamayı zorunlu kıldığını da düşünüyordu.

Atatürk savunduğu ulusal ve halkçı eğitim anlayışının “bilimsellik” ve laiklik” temelleri üzerine oturması durumunda Türkiye’nin çağdaş ülkelerdeki eğitimle eşdeğer vasıflarda bir eğitim alabileceğini düşünüyordu. Ulusal eğitimin yurttaşlık bilincini öne çıkaracağına inanan Atatürk ümmet eğitimine karşı olduğunun her fırsatta altını çiziyor, eğitimin dinsel etkilerden soyutlanıp laik ve evrensel değerleri baz alan bir anlayışa kavuşturulması gerektiğini düşünüyordu.

“Atatürk, doğu toplumlarının kendine özgü teokratik yapısından kurtulmak için dinsel kökenli eğitimin yerine çağdaş laik eğitimin gelmesini istemektedir. Laik eğitim insan aklının sonsuz gelişimine inanmış yaşamdaki bütün gerçeğin ilimde ve fende olduğunu gösteren ve bunun dışında gerçek aranamayacağını açıkça söyleyen Atatürk’ün yeni Türkiye’nin temelini oluşturan en büyük ilkelerinden biridir. Çağdaşlaşmanın, ulusal egemenliğin ve ulusal birliğin temelinde laik eğitim vardır.”[7]

Atatürk eğitim ve öğretimin doktrinleşmiş bir hale bürünmesine karşıydı. Eğitimin kendi içinde de dinamik kalabilmesinin ve kendi kendisini yenilemesinin önemine inanıyordu. Bu yüzden okulların sadece bir sürü kuralı ve kuramı beyinlere sokan kurumlar değil bireyleri hayata hazırlayan ve işe yarayacak bilgilerle donatan yerler olması gerektiğini düşünüyordu. Osmanlı döneminin ezbere dayalı bilgilerden oluşan eğitim sisteminin yanlışlığının bilincinde olan Atatürk Cumhuriyet’in eğitim anlayışının işlevsel ve üretken olmasını gerektiğini savunuyordu.

Atatürk 1922 yılında “Eğitim işlerinde kesinlikle zafer kazanmış olmak gerektir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yolda olur. Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek bir can, tek bir fikir olarak temelli bir program üzerinde çalışması gerekir. Bence bu izlencenin iki temel noktası vardır. Birincisi toplumsal yaşamımızın gereklerine uyması, ikincisi ise çağın gereklerine uygun gelmesidir” demiştir. Atatürk’ün çağın gereklerine uygun eğitimden kastı elbette çağdaş yani bilimsel bir eğitimdi ve bunu gerçekleştirecek olanlar da elbette öğretmenlerdi. Atatürk öğretmenlere hitaben “Bizim ulusumuz elbette dünya beğenilerine yaraşırlık kazanmış bir topluluktur. Ancak onu yaraşır olduğu onur aşamasına eriştirecek olan sizlersiniz. Ulus, ülke cumhuriyet sizden hizmet beklemektedir” diyerek öğretmenlerden beklentisini açık bir biçimde dillendirmiştir.

Atatürk aynı zamanda eğitimin sahip olması gereken niteliklerinden bir tanesini de “karma eğitim” olarak belirlemişti. Bu düşüncesini ise 25 Temmuz 1924’te Öğretmenler Birliği üyelerine hitaben yaptığı konuşmada şöyle dile getirmişti: “Erkek ve kız çocuklarımızın özdeş yolla bütün öğrenim basamaklarında öğretim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Ülke çocuğu her öğrenim basamağında ekonomik yaşamda etken, etkili ve başarılı olacak biçimde donatılmalıdır.”

Atatürk 31 Ocak 1923’te İzmir’de yaptığı bir konuşmada “Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün vatan evladı, kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır” diyerek öğretimde tevhit düşüncesini açıkça dile getirmiştir.

“Nihayet 1 Mart 1924’te TBMM’yi açış nutkunda “Milletin aray-ı umumiyesinde tespit olunan terbiye ve tedrisatın tevhid-i umdesinin bila ifate-i an tatbiki lüzumunu müşahede ediyoruz”(Millet kamuoyunda tespit olunan eğitim ve öğretimin birleştirilmesi prensibinin bir an bile vakit geçirmeden uygulanması lüzumunu gözlemliyoruz) diyerek zamanın geldiğini bildiriyordu. Ertesi gün CHP Grubu toplanmış, diğer iki temel kanunla birlikte “öğretimin birleştirilmesi” konusunun kanunlaştırılmasını da karara bağlamıştır.

Bu karar üzerine Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar gerekçesinde “Bir devletin irfan ve genel maarif siyasetinde milletin fikir ve his itibarıyla birliğini sağlamak için öğretimin birleştirilmesi en doğru, en ilmi ve en asri ve her yerde faydaları ve iyiliği görülmüş bir umdedir… Bir millet fertleri ancak bir eğitim görebilir, iki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise his ve fikir birliğine ve tesanüt gayelerine tamamen aykırıdır…” ifadeleri bulunan bir kanun [8]teklifini hazırlayıp 3 Mart tarihinde 50 arkadaşının imzasıyla meclise sunuyordu.”

Eğitim seferberliğinde en önemli aşama olarak öğretim birliğini sağlamak amacıyla 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayı ile kabul edilen “Tevhid’i Tedrisat Kanunu” Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün “öğretim ve eğitim” kurumlarını “Maarif Vekâleti”ne bağlayarak birleştiriyordu.

“Üstelik bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlandığı için artık eğitimde merkezileşmeye de gidilmişti. Böylece eğitim kurumları tek bir merkezden denetlenebilecek ulusan eğitimin ne ölçüde uygulandığı, eksikliklerin ne olduğu gözlemlenebilecek ve çözüm yoluna gidilecekti. Okullarda artık ayrı programlar uygulanmayacaktı. Azınlık ve misyoner okulları denetim altına alınıyordu. Halifeliğin ve Şeriat Bakanlığı’nın kaldırılmasıyla eğitim ve öğretimin üzerinden şeriatın eli ve gölgesi kaldırılıyor, laik anlayışın yerleşmesini sağlayacak bir açılım gerçekleştirilebiliyordu. Ders kitapları eğitim ve öğretim uygulama ilkeleri, bütünüyle laiklik ilkesine göre tasarlanıp kurgulanıyordu.”[9]

Bu düzenlemeyle birlikte Tanzimat öncesinden başlayan medrese-mektep ikiliğine son veriliyor, din etkisinin devlet işlerinden ayıran laiklik devriminin bir devamı mahiyetinde öğretimin de bir anlamda laikleştirilmesi sağlanıyor, milli bir kültür birliği sağlanmak suretiyle çağdaş düşünceli bilimsel düşünen nesillerin yetiştirilmesi amaçlanıyordu.

“Kanunun uygulamaya konulmasından sonra Mustafa Kemal yaptığı bir konuşmada “Cihan aile-i medeniyetinde mevkii ihtiram sahibi olmaya layık Türk Milleti evlatlarına vereceği terbiyeyi mektep ve medrese namında birbirinden büsbütün başka iki nevi müesseseye taksim etmeye katlanabilir miydi? Terbiye ve tedrisatı tevhit etmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden mürekkep bir millet yapmaya imkân aramak abesle iştigal olmaz mıydı?” Demiştir. Bu sözlerden de anlaşılıyor ki Atatürk ancak düşünce ve ülküde uyuşum içinde olan fertlerin millet olma şuurunda birleşebileceği gerçeğini de göz önünde tutarak, öğretimin birleştirilmesine bu açıdan da büyük önem vermekteydi. Güttüğü diğer büyük bir gaye ise çağdaş uygarlık düşüncelerine açık aydın din adamı yetiştirmek suretiyle laik Cumhuriyet en kudretli koruyucularına sahip olabilecekti”[10]

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ülkedeki okullar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak açısından önemlidir. Eğer bu yasa çıkartılmasaydı yarınlarda toplum için tehlikeli bir düzen oluşacak, mektepli ve medreseli ayrımı doğacak bu da ayrı ruhta ve ayrı dünya görüşüne sahip iki farlı kesimin ortaya çıkmasına neden olacaktı.

“Osmanlı döneminde Tanzimat’a kadar eğitim ve öğretim salt ‘öbür dünya’ amacına dönüktü. Tarih, coğrafya, felsefe, hesap, biyoloji dersleri ile meslek ve beceri kazandırıcı faaliyetler mektep ve medrese programlarında yoktu. Tanzimat döneminde bu geleneksel ve uhrevi öğretim kurumlarının yanında yarı dünyevi yeni okullar öngörüldü.”[11]

“Ama dini öğretim ve eğitime dayalı okullar da devam etti. Ancak bu iki farklı eğitim farklı okullar ve medreseler birbirlerinden kopuk, ayrı ruhta dünya ve ahret görüşleri bağdaşmayan kuşaklar yetiştiriyordu. Bu giderek okumuşlar arasında büyük bir ikiliğe ve toplumu bölme noktasına ulaştı. Toplumun okumuşları “mektepli” “medreseli” diye ikiye bölündü. İşte bu bozuk ve toplum için tehlikeli düzeni değiştirmek amacıyla öğretim birliği yasası kabul edildi.”[12]

Cumhuriyet dönemini yaşamış tarihçi Cemal Kutay “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nun önemini “Atatürk Olmasaydı” isimli kitabında şu şekilde açıklamaktadır:

 “İsterseniz size bir örnek vereyim. 21 Nisan 1924’de daha Cumhuriyet bir yaşına girmeden İstanbul Üniversitesi’ne tüzel kişilik tanındı. Müspet bilim hangi yolu gösteriyorsa onu benimseyecekler ve kararları kendi yetkili kurulları verecekti. Bir bilim kuruluna verilmesi doğal, hatta zorunlu olan bu hak, 1868’de İstanbul’da ilk Darülfünun (Üniversite) kurulduğu zaman başa gelenler hatırlandığında nelerin arkada kaldığı değerlendirilebilirdi. Olay şuydu. Ünlü İslam bilgini ve filozofu Cemaleddin Efgani ile devrin tanınmış müspet ilimler üstadı Hoca Tahsin Efendi havadan sudan yoksun bir ortamda canlıların yaşayamayacağını ispat için bir fanusun içine güvercin koyarak havasını boşaltma tecrübesi yaptılar. Canlıların havasız yaşayamayacağını ispat etmişlerdi ama medreseliler ayaklanmış, sebepler ne olursa olsun hayat ölüm gibi tanrı takdirine bağlı konularda deney yapılmasının şer’an caiz olmadığını iddia etmişler ve üniversiteyi kapattırmışlardı. Kapılar yirmi yedi yıl kapalı kaldı. Tekrar açıldığında da adı Darülfünun yani üniversite olmadan açılmıştı. Her yüksek öğretim kurumu öğretim yapıldığı dalın sonuna bir “şahane” tabiri ekleyerek açılabilmişti. ‘Tıbbiye-i Şahane, Mühendishane-i Şahane, Harbiye-i Şahane’ gibi. Cumhuriyete kadar bir tüzel kişilik veya özerklik düşünülmemişti. Çünkü öğretim iki başlıydı. Maarif Nezaretlerinin kararlarının dini tedrisat (yani medreseler)den ayrı düşünülebilmesi mümkün değildi. Öğretim birliği bu iki başlılığı kaldırmıştı.”[13]


Yasanın diğer bir önemi ise yeni devletin, Cumhuriyet’in hangi temele dayanacağını göstermesi ve yeni kuşakları bu yeni temel amaca göre yetiştirme yolunda ilk önemdi adımı oluşturmasıdır.

Şüphesiz ki aydınlanmanın temeli “laiklik”tir. Çünkü laiklik kabul edilmedikçe toplumun dogmalardan kurtulması ve bilimselliği ön plana alması mümkün olamaz. Aklı, bilimselliği, rasyonelliği ön plana al(a)mayan toplumlarda ise hiçbir surette tartışmaya, incelemeye, özgür düşünceye, toleransa yer yoktur. Bu toplumlarda asla ve asla bir “aydınlanma”dan söz edebilmek mümkün değildir. Bu yüzdendir ki “laiklik” aydınlanmanın olmazsa olmaz ilkesidir.

Çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkmış bir Türkiye hayal eden Mustafa Kemal Atatürk bunun ancak “aydınlanma” ile mümkün olabileceğini çok iyi bildiğinden laikliği aydınlanmanın ve kuracağı yeni düzenin odağına yerleştirmiştir. Öğretim Birliği yasası da bu açıdan büyük önem taşımaktadır bu hedef doğrultusunda atılmış çok önemli bir adımdır. Zamanında Şeriat Ve Vakıflar Bakanlığı’na bağlı tüm okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması suretiyle eğitim ve öğretimin dini temelden uzaklaştırılması sağlanmıştır. Böylece laik bir devletin ve laik nesiller yetiştirebilmenin ilk adımı atılmıştır. Eğer Tevhid-i Tedrisat Yasası kabul edilmeyip eski eğitim anlayışına devam edilseydi gelecek nesiller asla laik bir anlayışla yetiştirilemeyeceklerdi.

İşte bu yüzden, ulu önderin hayal ettiği “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir neslin oluşturulmasında ve eğitilmesinde Tevhid-i Tedrisat kanunu hayati bir önem taşımaktadır.


 Dipnotlar ve Kaynakça

1 Necip Mirkelamoğlu, Atatürkçü Düşünce Ve Uygulamada Din Ve Laiklik, Çev Yayınları, İzmir, Eylül 2000, 1. Basım, s.504

2 Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi II, Burak Yayınevi, İzmir 2011, 1. Basım, s.273-274

3 Mirkelamoğlu, a.g.e,s.504

4Bekir Özgen, Atatürkçü Düşünce Ve Atatürkçülük, Özgen Yayınları, İzmir 1997, 1. Baskı, s.150

5 Arı, a.g.e, s.274

6Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri, (Yayına hazırlayan Nuran Tezcan) Çağdaş Yayınları, İstanbul 1996, 3. Basım, s.79

7Prof. Dr. Ergün Aybars, Atatürk, Çağdaşlaşma Ve Laik Demokrasi, (Yayına hazırlayan Erkan Serçe) İleri Kitabevi Yayınları, İzmir 1994, 1. Baskı, s.169-170

8Mirkelamoğlu, a.g.e., s.506

9Arı, a.g.e, s.279

10Mirkelamoğlu, a.g.e., s.506

11Necdet Sakaoğlu,Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, Cep Üniversitesi, İletişim Yayınları, 2. Basım, 1993, s.27-28

12 Sakaoğlu, a.g.e, s.28

13Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı, Kazancı Kitap, İstanbul 1994, s.51-52