google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Sandık ile Sanduka

Eskiden, tahta sandıklar vardı birçoğumuzun evinde.

İçlerinde değerli eşyalarımızı sakladığımız…

Tarihe karıştı artık bu gelenek.

Ama o malum sandığın yanı sıra bir de “Gönül sandığımız” var…

Ki, istisnasız hepimizin içinde mevcut.

Somut değil.

Elle tutulmaz, gözle görülmez…

Ama biliriz, vardır.

Hep vardı ve her zaman da var olacak.

Acısıyla tatlısıyla, geçmişimizi, yaşanmışlıklarımızı emanet ederiz o sandığa...

Başarılarımızı, başarısızlıklarımızı…

Sevinçlerimizi, hüzünlerimizi…

Zaferlerimizi, yenilgilerimizi…

Kendimizle baş başa kaldığımızda, kaldırırız kapağını…

Geçmişimizle buluşur, yüzleşiriz…

Bazen, karıştırırken sandığımızı, güzel bir anı gelir elimize…

Saatlerce indirmek gelmek içimizden kapağını…

Huzurla karışık bir hüzün kaplar içimizi.

Bazen de tam tersine, unutmak için can attığımız bir hatıraya rastlarız yıllar sonra…

Geçmiş gelir, bir anda yakalar bizi.


***


“Bugün” ile sorunları olan için “Dün” daha caziptir her zaman…

Mevcut başarısızlıklar,  hayallerimizle aramıza giren mesafe, geçmişte kalan başarılara duyulan özlemi körükler.

Yaşanmakta olan hezimetler, zamanında kazanılmış utkulara doğru iter insanı…

Geçmişe kaçış başlar.

Deve kuşunun kafasını kuma gömmesi misali, kendisini o malum sandığa kilitler…

Çıkmaz istemez dışarı…

Nasıl ki sandığın içindeki naftalini fazlaca solumak sağlığı tehdit ederse…

Gönül sandığının kokusunu fazla teneffüs etmek de uyuşturur, gerçekten koparır kişiyi…

Geçmiş,  masumiyetini yitirip adeta “Afyon”a dönüşür…

Farklı bir realiteyi algılamaya, yaşamaya başlar insan.


***


Yaşı ilerledikçe, insan,  bu zaafın ne denli yaygın olduğu gerçeğiyle yüzleşir.

Gençken,  yeni başlangıçların, yeniden doğuşların umudu canlıdır hala…

Haliyle cesurdur, geçmişini arkada bırakabilir insan.

Ama kum saati tersine döndüyse…

Yolun yarısı geride kaldıysa…

Zamanında kazanılan mevziler teker teker düşmeye başlamışsa…

Geçmişin şatafatlı koridorlarında yürümek, daha huzurlu görünmeye başlar insana.

Bugün doyurmakta aciz kaldığı egosunu geçmişin kırıntılarıyla beslemeyi tercih eder. 

“Ben zamanında şöyle önemli biriydim” ile başlar sohbetler mesela…

“Falanca kişi benim çok iyi dostumdu” ile yitirilen güce duyulan özlem dışa vurulur.

Saatlerce, durmak bilmeden eski güzel günler anlatılır; tabii eğer dinleyecek birileri bulunursa…

Nostaljiden,  yani geçmişe özlemden farklı bir şeydir aslında bu..

Bugün gelinen, olunan “Hiç”i inkârdan başka bir şey değildir son tahlilde…


***


Çevresine sunacağı herhangi bir içsel bir zenginliği, özelliği olmayanlar, direkt unvanlarını ileri sürerler...

Saygı görme gereksinimlerini,  kişiliklerinden ziyade adlarının başındaki "titr" ile gidermeyi tercih ederler.

Unvan ile vedalaşınca da, başlar bir panik ve bunalım hali...

Bu sefer,  bir dönem “Taşıdıkları"  unvanlara, artık  "Taşıtmaya" başlarlar kendilerini....

Zaman zaman kartvizitlerde, unvanların önünde bir (E) ibaresine rastlarsınız...

Bu (E), emekli kelimesine vurgu yapar.

Bilenler bilir..

Ama bilmeyenler, hala son kullanma tarihi geçmiş unvanı algılamaya devam eder...

Yani,  unvanı ittirerek yanına metazori eklenmiş o meşhur (E),  “Bakmayın siz bugünkü halime, eskiden güç bendeydi.” demenin bir başka şeklidir aslında.


***


Erk, kudret, çoğu zaman bağımlılık yapar.

Bir kere o gücü eline geçiren sanki hep o güçle yaşayacağını zanneder…

Kuşandığı kılıcı çıkarınca da, serumu çekilmiş gibi olur…

Bu yüzden zamanında yürütülen görevlerin getirdiği kimliklere dört elle sarılır insan.

Adının önüne gelen o birkaç harflik kısaltma olmadan yaşayamaz.

Hatta unutulduğunda bozulur, anımsatır o eski unvanını…

Adeta Antik Roma’da giyilen toga misali, geçmişi bazen sarar sarmalar insanı…

Ve unvanları gittiğinde, gücü bittiğinde, çırılçıplak kalır…

Zaten dikkat ederseniz sürekli geçmişlerinden insanlarla olmayı tercih ederler…

Aynı mesleğin mensuplarının buluştukları lokallerden çıkmazlar…

Zamanında astları konumunda çalışmış insanlardan hep o eski unvanlarını duyabilmek için…

Başkanlıktan düşeli yıllar olmuştur misal, kendisine “Başkanım” dendiğinde içi yağ bağlar.

Yıllar geçmiştir parlamentoya veda edeli ama sürekli “Sayın Vekilim” hitabını duymak için can atar.

Emekliliğinin üzerinden yirmi yıl geçse de eski bir personeli  kendisine “Müdürüm” diye seslendiğinde adeta yeniden doğar...

“Geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez.” diyor Amin Maalouf.

Önemli olan insanın o günlerin artık geride kaldığı gerçeğini kabul edebilmesi…

Ya da Murathan Mungan’ın ifadesiyle…

“Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir.”


***


Özellikle, çok yüksekten düşenlerin durumları daha vahimdir bu bağlamda…

Onların kendilerine gelmeleri…

Yeni durumlarına adapte olmaları daha zordur…

Bir zamanlar "Kartal" olanların serçelerle birlikte uçmak durumunda kalması acı verir...

Kabullen(ebil)mek bir nefis mücadelesine dönüşür çoğu zaman...

Ve kabullenemeyenler, ard arda hatalar yaparak, şanlı geçmişlerini zedelerler

Eski güçlerinden eser kalmamış olsa da…

Eski ihtişamlarının dumanında yaşamayı tercih ederler...

Bir yandan, geçmişten kopamazken...

Diğer yandan, ölmüş bitmiş geçmişi hortlatmaya çalışırken, yaşanmamış geleceklerini de gölgelerler...


***


Sadece bireyler için geçerli değil bu durum.

Toplumlar da aynı afyonu yutabiliyor pekala…

Dört yıl önce bir gazetede “Yunanistan Nereye Gidiyor?” başlıklı bir yazı dizim yayınlanmıştı.

Bu kapsamda, Atina’da gerçekleştirdiğim röportajların bir tanesinde,  komşu ülkenin tanınmış bir sanatçısı konuğum olmuştu.

Sormuştum: “Felsefenin, sanatın, tiyatronun doğumuna öncülük etmiş bir ulusun mensuplarının bugün bu alanlarda neden adı hiç duyulmuyor?”

Çok olgun ve içten bir itirafta bulunmuştu değerli dostum:

“Geçmişimizin şanı bizi öylesine sarhoş etti ki, korkarım hala ayılabilmiş değiliz.”

Bugün, küresel ölçekte yerinde sayan, patinaj çeken ülkelere baktığımızda, hepsinde, geçmişlerindeki ihtişamın afyon etkisini görmüyor muyuz?

Ve hepsi, mevcut yetersizliklerini, acizliklerini, geçmişlerindeki gücün ve başarıların arkasına sığınarak gizlemek istemiyor mu?


***


Bu eleştirileri yaparken, zannetmeyin ki çuvaldızı kendime batırmıyorum…

Bir dönem ben de tadına bakmıştım bu afyonun…

Evimin gümüşlüğü zamanında aldığım ödüllerle dolup taşmıştı.

Raflar yetmiyordu plaketlerime…

Odam, dönemin Başbakanlarıyla, Cumhurbaşkanlarıyla, siyasi parti liderleriyle röportaj esnasında çektirdiğim fotoğraflardan oluşan bir duvar kâğıdıyla kaplıydı adeta.

Bir misafir geldiğinde, adeta rehin alır, saatlerce, hiç bıkmadan yorulmadan, hikâyelerini anlatırdım fotoğrafların, ödüllerin… 

Şükür ki, çabuk kurtuldum…

Mesleğimde profesyonel yöneticiliğe nokta koyduktan sonra radikal bir karar aldım…

İstisnasız, bütün ödüllerimi düzgünce yerleştirdim kolilere…

Tek tek, bütün eski fotoğraflarımı da topladım.

Şimdi hepsi, kutulanmış bir halde, yazlığın ardiyesinde duruyor.

Kimse bilmiyor mevcudiyetlerini benden başka…

Kimsenin görmesine de gerek yok bence…

Ben biliyorum ya, o yeter bana...

Yeni tanıştığım kişilere “Ben zamanında falanca gazetenin sahibiydim, falanca televizyonun genel müdürüydüm” demeyi de abes buluyorum…

Artık değilim çünkü...

Uzun uzun kariyerimi anlatıp kafa ütülemektense, “Öğretim görevlisiyim.” deyip, geçiyorum. 

Şükür, çabuk kurtuldum bu sendromdan...

Geçmişimi geçmişte bırakıp, geleceğe odaklandım…

Çıplak, yalın, kendi halinde bir Uğur olarak…


***


Yazımın başında da ifade ettiğim gibi hepimizin içinde bir sandık vardır anılarımızı biriktirdiğimiz…

Zaman zaman açar bakarız…

Geçmişe döner, kim olduğumuzu hatırlarız…

Ama önemli olan o sandığın içine girip kapağını kapatmamak…

Yani sandığa hapsolmamak…

Aksi takdirde tüm hayatımız, sandığımıza biriktirdiklerimizden ibaret olur ki…

O sandık son ana kadar yaşadıklarımızı alabilecek büyüklüktedir…

Yeni eklenecek anılara da her zaman yer vardır…

Kısa bir süreliğine açıp, nefeslenmekse amaç, sandık sığındığımız huzurlu bir koy olur…

Ama sandığın içine sıkışıp kaldıysak…

Çıkmıyor, çıkamıyor veya  çıkmak istemiyorsak…

O zaman,  o malum sandık, “sanduka”ya dönüşür…

Nitekim sanduka da Türkçemizde “Bir tür tabut” anlamına gelir son tahlilde…



YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...