google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Ölümü Kandırmak

Atina’da, kitabımın imza günündeydim…

Batılı ülkelerde “imza günü” kavramı farklı.

Zaten “imza günü” denmiyor, sunum(presentation) şeklinde adlandırılıyor.

Bir moderatör oluyor; önce yazarı ve kitabını tanıtıyor.

Sonra yazar kitabın öyküsünü anlatıyor.

Katılanlar da zaten kitabı önceden almış, incelemiş ve okumuş olarak geliyor; yazara sorularını yöneltiyor.

En nihayet, herkes ayrılırken kitaplar imzalanıyor…

Yani Türkiye’de gördüğümüz imza günlerinden çok daha içi dolu oluyor, adeta bir mini konferans şeklinde geçiyor sunum…


***


Bu duyguyu Türkiye’de daha 1995 yılında, ilk kitabım yayınlandığında yaşamıştım gerçi, ama ilk defa yabancı bir ülkede yabancı bir dilde kitabım yayınlanıyordu.

Üstelik felsefenin doğduğu Yunanistan’da bir felsefe kitabı yayınlamaya,  deyim yerindeyse “tereciye tere satmaya” kalkışmıştım…

Dolayısıyla da heyecanlıydım.

Hele ki salonun beklediğimin de üzerinde dolu olduğunu görünce.

Yunanlı kitapseverler denemelerimin esin kaynağını sordular…

“Hepsi, ayrı ayrı hayatın bana verdiği dersler” dedim…

“Yaşadıklarımın bana öğrettiklerini yazdım” yanıtını verdim.

Kitapta “Gerçek Acı” başlıklı bir denemem var ki bir hayli ilgisini çekmiş Yunanlı okurların.

Özetle şöyle diyordum o denememde…

“ Acılarından bahsetme bana… Ailen hayattaysa ve yanındaysa eğer, bil ki imtiyazlısın. Annen, baban, sevdiğin, çocuğun, kardeşin sağ mı? Yanında mı? Bil ki sen daha asıl acıyı hiç tatmamışsın, sadece acı çektiğini sanmışsın. Tüm acılar vurur, sallar insanı, ama devirir geçer üzerinden bu acı. Tüm acılar çekiç darbesidir, ama balyoz gibi iner, bitirir seni bu yalnızlık. Bir daha asla “anne, baba” diyemeyeceğini bilmek… Öyle bir acıdır ki bu… Fosil gibi, yıllar geçse de izini silemezsin… Öyle derindir ki bu acı; asla bir daha eski “sen” olamazsın…”

Bana bu denememin öyküsünü sordular…

Babamı yitirdikten sonra kaleme aldığımı söyledim bu satırları.

Anlattım: “O güne kadar kendimce çok büyük çileler göğüslediğimi, çok büyük acılar yaşadığımı sanır, hatta zaman zaman kendime acırdım ama gördüm ki aslında hiç acı yaşamamışım. Bana öyle gelmiş, yaşadıklarımı “acı” sanmışım. İnsanın sevdiğini kaybetmesinden daha büyük bir acı yokmuş bu dünyada. "Gerçek acı” buymuş…”


***


Ölüm acısıyla yüzleşmek çok zordur…

İnançlı insan isyan edemez; ama kabullenemez de.

“Kaderde varmış” dese de içten içe inkâr eder…

Paylaştığı değerler sistemi acısını sükûnet içinde yaşamaya zorlasa da, zincirleri boşalmıştır bir kere.

Kimseye hissettirmeden öfkesiyle baş başadır.

Vefat tokat gibi iner insanın yüzüne…

Gözlerinden süzülen her gözyaşı damlası birer soru işaretine dönüşür acı küllendikçe.

Hayatı, doğrularını, inandıklarını her şeyi sorgulamaya başlar.


***


Ölüm, girdiği tüm savaşları kazanan, asla yenilmeyen ve yenilemeyecek yegâne düşman.

Sevdiklerini yitirenlerin isyanı bu gerçeğe yönelik belki de.

Ölüm adındaki düşmanın kudreti karşısındaki aczinin farkına varmasının sonucu…

Elden gelen bir şey yok…

Karun kadar zengin, imparatorlar gibi güçlü olsanız dahi nafile.

Ölüm her zaman kazanıyor.

“O”nsuz asla yaşayamam dediğiniz sevdiklerinizin yokluğuyla baş başa bırakıyor sizi.

Tarifi imkânsız bir yalnızlık…

Asla dolmayan ve dolmayacak bir boşluk…

Hiçbir şey artık eskisi gibi olmuyor.

Ne içtiğiniz çayın tadı aynı, ne kokladığınız havanın.

Ne güneş eskisi kadar güzel doğuyor, ne baharın gelişi heyecan veriyor.

Hep bir şeyler eksik… 

İçe yerleşen, yüze yansıyan, en mutlu anınızda bile varlığını hissettiren, gülümsemenizin yüzünüzde donmasına neden olan bir acı bu…


***


Sevdiğinin vefatı karşısındaki acziyle ve yetersizliğiyle yüzleşen insan, psikolojik savunma mekanizmalarının arkasına sığınıyor çaresizce.

“Sıralı ölüm” diyor…

“Çekmedi” diyor...

“Ecel” diyor…

“Vadesi buraya kadarmış” diyor…

“Hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz?” diyor…

Bunun gibi kendince “kaçış”lar arıyor usunda ve yüreğinde.

Acı labirentinden çıkabilmeye çabalıyor kendince.

Hepsi kişinin kendi kendisini kandırması aslında.

Hiçbir avuntu, hiçbir kaçış ölümün soğukluğuna tesir etmiyor.

Hele hele kaybedilen değer anne, baba, kardeş, eş, evlatsa…

Ve her kayıpta, insan yavaş yavaş ölmeye başlıyor aslında.

Vefat eden ömrünü tamamlayıp ayrılıyor bu dünyadan.

Ama geride kalanlar nefes almaya devam etse de bunun adı tam anlamıyla “yaşamak” olmuyor hiçbir zaman.


***


Büyük saygı duyduğum, siyasette önemli noktalara ulaşmış bir beyefendi tanıyorum…

Herkesin örnek aldığı, gıpta ettiği bir evliliği vardı.

Neredeyse yarım asrı paylaştığı eşine şairlere ilham verecek kadar büyük bir aşkla bağlıydı.

Derken, ansızın o malum amansız hastalık girdi aralarına; eşini aldı götürdü…

Yıllar sonra, bir röportaj vesilesiyle evinde ziyaret etmiştim kendisini.

Baktım, bir köpek almış eşinin vefatından sonra.

“Zor olmuyor mu bu yaştan sonra bir de köpekle uğraşmak?” diye sordum.

Boşluğa baktı baktı: “Neden aldım bu köpeği biliyor musun?” dedi.

“Eşim benim için hiç ölmedi. Ben her gün, her an onunla konuşuyorum. Sanki hala yanımdaymış gibi sohbet ediyoruz gün boyu. Koca evde tek başıma konuştuğumu duyanlar beni “deli” sanmasınlar, köpekle konuştuğumu düşünsünler diye aldım bu hayvanı” dedi.


***


Oldukça yaşlı bir hanımefendi tanıyorum.

Hayattaki tek dayanağı, yegâne varlığı kız kardeşiydi.

Günde üç defa kardeşini arardı.

Onun için yaşamın anlamı kardeşinin sesini duymaktı.

Kardeşinin vefatının ardından bir gün sohbet ederken itiraf etti: “Biliyor musun hala her gün üç defa arıyorum”

Ve iç çekti…

Kendi kendime “Uyuyor herhalde, telefonu duymuyor” deyip kapatıyorum…


***


Çok yakın bir dostum var…

Annesini kaybetti yakın bir geçmişte.

Her şeyiydi onun.

Hem annesi… Hem en yakın arkadaşı… Hem de çocuğu…

Adeta üç kaybı da aynı anda yaşadı dostum.

Annesinin boş kalan evine her gittiğinde kapıyı çalıyormuş sanki açılacakmış gibi.

Sonra anahtarıyla kapıyı açıp içeri giriyor,  “Anne ben geldim” diyormuş sanki sesi duyulacakmış gibi…

Sevdiklerimizi, büyüklerimizi kaybettikten sonra hepimiz bu tarz “kaçışlar” bulmuyor muyuz hayatımızda?

Acının bizi teslim almaması için sığındığımız illüzyonlar değil mi bunlar?

Ve tüm bunlar “ölümü kandırmak” değil mi aslında?


***


Mantıkla duyguların taban tabana ayrı düştüğü iki duygu var insanın hayatında.

Bir tanesi malum aşk, diğeri ise ölüm…

Mantık “Herkes bir gün anne babasını kaybedecek, kim kaybetmiyor ki?” dese de duygular direniyor bu gerçeğin karşısında.

Bilim “Giden sadece beden, ruh aramızda” dese de sarılamadıktan, kucaklayamadıktan, öpüp koklayamadıktan sonra ruhun yanımızda olması neyi değiştiriyor ki.

“Sıralı ölüm” kavramını kabul edemiyorum, her ölüm sırasızdır…

“Vadesi geldi” sözüne de karşıyım…

“Her ölüm erken ölümdür” diyen Cemal Süreyya en güzelini söylemiş bence.

İnsan annesini babasını 50 yaşında da kaybetse 150 yaşında da kaybetse acı aynı, bir şey değişmiyor.

Ve ilginçtir, sevdiğini kaybeden insanın yüreğine farklı bir güç geliyor.

“Seni öldüremeyen düşmanın, güçlendirir” diyor ya Nietschze.

Böyle bir güç işte…

Acıların en büyüğünü yaşamış insan artık daha büyüğüyle yüzleşmeyeceğini biliyor.

Bundan sonra ne olursa olsun hiçbir şeyin canını yakamayacağını, kendisini yıkamayacağını hissediyor.

Adeta ölüm korkusu yok oluyor.

Zira ölüm artık sevdiklerine kavuşmak anlamına geliyor.


***


Yunanlı bir okurum sordu imza gününde : “Ölüm acısını aşabilir miyiz?”

“Asla” dedim, “Aşamayız, o acıyla yaşamayı öğreniriz belki”

Kaç yıl geçse de kaybın ardından hep taze kalır o acı.

Bir dostumun ölüm acısına yaptığı benzetmeyi hiç unutmam…

“Kurşun yemeye benzer bu acı” demişti. “Vücut sıcakken anlamazsın ama yara soğumaya başlayınca delirecek gibi olursun acıdan”

“Zaman en iyi ilaç” derler…

Bu ilaç belki acıyı hafifletiyor biraz, ama yarayı tedavi etmiyor asla.

Örneğin evde giydiği terliği, her zaman oturduğu koltuğu, aldığınız ama hiçbir zaman giymeye fırsat bulamadığı elbiseleri, yarım kalan parfüm şişesini gördüğünüzde, zamanın bağladığı kabuk kopuveriyor, yine kanamaya başlıyor içinizdeki o yara…

En başa dönüyorsunuz.

Ne ölüm acısıyla baş etmek mümkün, ne de içimizdeki boşluğu doldurmak.

Elimizden gelen sadece ölümü kandırmak.

Kandırdığımız gerçekten ölüm de değil bence…

Bile bile kendimizi kandırıyoruz aslında.

Çünkü gücümüz ancak buna yetiyor.


***


Bir şarkı takılıyor dudağıma rahmetli annemi, babamı andığımda…

“Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak” diyorum.

Ben de kendimi böyle kandırıyorum…



YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...