google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Çağı Yakalamak, Çağa Yakalanmak

Çağı yakalayanlardan mısınız?

Çağa yakalananlardan mı?

Hayır, hiç de aynı şeyler değil aslında.

Çağı yakalamak, yeniliklere vakıf olmak, günün koşullarına uyum sağlamak demek.

Çağa yakalanmak ise, yeni düzenin hayatınızı ele geçirmesi…

Adeta sizi zorla kendisine uyarlaması.

Tüm eski zevklerinize, alışkanlıklarınıza format atıp, metazori, yeni bir kalıba sokması…


***


Çağı yakalamak zorunluluk…

Çağa yakalanıp yakalanmamak ise bireysel bir tercih, bir duruş.

Misal, günümüzün “Olmazsa olmaz”ı, interneti kullanabilmek, çağı yakalamak…

Fakat internetin yokluğunda apışıp kalmak, çağa yakalanmak.

Cep telefonu kullanmak çağı yakalamak mesela.

Ama ergenler gibi, tüm gün cep telefonuyla oynamak, çağa yakalanmak... 

Çağı yakalamak çağa hâkim olabilmek…

Çağa yakalanmak ise çağın hayatınızı eline geçirmesi…


***


Kendi adıma, elimden geldiğince, çağın gerisinde kalmamaya çalıştığımı söyleyebilirim…

Çağı ne oranda yakalayabiliyorum, bilmiyorum.

Ama ve lakin çağın önüme geçmemesi, bana tozunu yutturmaması bağlamında başarılı olduğumu düşünüyorum.

Deyim yerindeyse, “Direniyorum.”…

Bugün ile kâh barışığım kâh kavgalı.

O beni kendi sınırları içine çekmeye çalışıyor sürekli.

Bense öznel duvarlarımı örmeye çabalıyorum bugün ile aramda.

Kendi kurduğum dünyamı yutmasına izin vermiyorum içine ittirildiğim dünyanın…


***


Sevemedim örneğin kot pantolonu hiç.

Karton bardakta çay, kahve içmeyi de…

Self servis sisteminden, fast food restoranlarından da uzak durdum hep…

Mecbur kalmadıkça, gelişmemiş bir kültür ürünü addettiğim, şehirlerarası otobüs terminallerine has, plastik masalı sandalyeli mekânlara gitmem. 

Ne CD çalar, ne iPod; hiçbir yenilik sarsamadı radyonun gönlümdeki yerini.

Kullanıp atılan pratik tükenmezleri de sevemedim hiç.

Hiçbir kaleme değişmem misal, her hafta düzenli bakımını yapıp, mürekkebini doldurduğum dolma kalemimi.

Hazır çakmakları sevmem, ille de gazını kendim koyduğum çakmağımı tercih ederim. 

İtiraf etmeliyim ki, ne zaman trafikte “Kaplumbağa” tabir edilen bir Volkswagen görsem içimden “Temiz bir tane bulsam da, alsam” diye geçirmiyor değilim.

Eski moda mı oldum, dinozorlaştım mı, bilmiyorum.

Önemsemiyorum da açıkçası.

Zira insanın yaşı ilerledikçe, eski zevklerine sahip çıkarak daha mutlu olduğunu fark ettim.


***


Çağın elimden almasına izin vermediğim zevklerimden biri de mektup yazmak.

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.”  diyor ya hani Özdemir Asaf…

Bütün güzel geleneklerin içi boşalıyordu ve mektup feda edildi önce…

Mektupla vedalaştıktan sonra başlar samimiyetten de uzaklaşmamız aslında.

İçtenlik vardı mektupta, emek vardı, özen vardı.

İlk cümlesi beğenilmeyince yırtılıp defalarca yeniden yazmaya başlanan…

Bazen gözyaşlarının mürekkebe karıştığı…

Bazen kokunun kâğıda geçtiği…

Her bir harfin kıvrımından ayrı bir mana çıkartılmaya çalışılan mektuplar tarih oldu.

Soğuk, ruhsuz, içi boş, donuk elektronik postalar, sosyal medya mesajları aldı o doğallığın ve içtenliğin yerini.

Kokusuz, cansız, plastik çiçekler misali…

Hatırlayan kaldı mı acaba yalarken dilimize oturan,  pulun arkasındaki yapışkanın tadını?


***


Dünyaya bir çivi çakmaktı aslında mektup yazmak.

Arkamızda bıraktığımız bir izdi…

Boşuna değil edebiyatın en etkili eserlerinin hep mektuplarda yaşıyor olması.

Nazım’ın Piraye’ye, Kafka’nın Milena’ya, Napolyon’un Josephine’e yazdığı mektuplar örneğin.

Sigmund Freud nişanlısı Martha’ya tam 900 mektup yazmış.

Her biri ayrı bir sanat eseri…

Her bir satırı ayrı bir baş yapıt…

Küçük Prens’in yazarı Antoine De Saint Exupery’nin, savaştayken sevgilisi için kaleme aldığı mektup geçenlerde, açık arttırmada, 240 bin 500 avroya alıcı buldu. 

İşte mektubun değeri burada.


***


Sabretmeyi öğretirdi mektup bize…

Mektup arkadaşları vardı biz internet çağı öncesi gençlerinin.

Mektubumuzu postaya verdiğimiz andan itibaren sabırla postacının yolunu gözlerdik.

O bekleyişin de, sonunda alınan cevabi mektubun da ayrı bir keyfi vardı.

Hiç sormazdık “Aldın mı mektubumu?” “Neden hala yanıt yazmadın?” diye.

Sabırla beklerdik satırlarımızın bulacağı karşılığı.

Bekleyiş uzadıkça ruh dünyamızda iniş çıkışlar yaşardık.

En nihayet, sabrımızın ödülü mektup elimize geçtiğinde her bir kelimesini ayrı bir değer vererek, bir daha bir daha okurduk.

Bir iki saniyede okunup tüketilen o soğuk elektronik postalardan, sosyal medya mesajlarından çok daha değerliydi el yazısıyla kaleme alınmış o cümleler.

Yanıtsız kalırdı bazen mektuplar…

Olgun bir kabulleniş içine girerdik o zaman.

Ne engellerdik, ne de arkadaş listemizden çıkartırdık yanıt alamadığımız kimseyi.

Saygıyı öğretirdi aslında mektup bizlere.


***


Anıya değer vermekti aynı zamanda mektup.

Elektronik posta kutunuz dolduğunda silersiniz size gönderilmiş eski emailleri…

De…

Kaçınız yırtıp atabilirsiniz size özel yazılmış bir mektubu, ya da notu…

Hele ki yazarıyla ebediyen vedalaştıysanız…

40 yıldır sakladığım mektuplar, el yazısıyla kaleme alınmış notlar vardır evimde.

Bir peçetenin üzerine yazılmış birkaç kelimelik notları dahi saklarım, atamam, hepsi “değer”dir benim için.

Yazarını ölümsüzleştirir o minik notlar içimde.

Keza o satırların yazarına duyduğum sevgiyi, saygıyı, hayranlığı.

Mumyalarım, ruhumda zamanında hissettiklerimi…

Yüzlerce kitap dizilidir örneğin kütüphanemde…

Ama yazarlarının adıma bir iki cümleyle imzaladıkları hep gözümün önündeki raflarda durur.

Bazılarının yazarları çoktan toprak olsa da, yaşamaya devam ederler benim için o bir iki satırlık hitaplarında..


***


Mektupla vedalaşan yeni nesil kalemi de çoktan rafa kaldırdı ne yazık ki.

“Kaleme almak” deyimi anlamını yitireli o kadar uzun zaman oldu ki.

Öğrencilik yıllarının ardından el yazısını kullanan kaç kişi kaldı?

Bu yüzden artık herkesin el yazısı bir felaket, estetikten fersah fersah uzak.

Soğuk klavyeleri soktuk kelimelerle, duygularla aramıza.

Nerede kaldı verdiğimiz hediyelere iliştirdiğimiz o küçük notlar.

Boyutu küçük olsa da değeri hediyenin kendisinden bile büyük o minik pusulalar…

İnternet üzerinden çiçek gönderilen siteleri sevmiyorum bu yüzden.

Birisinin benim duygularımı bilgisayar yazıcısından çıkartmasını kabul etmiyorum.

Mutlaka el yazımla yazmak istiyorum gönderime iliştireceğim notu.


***


Mektup, benim için çağa teslim olmamanın, başkaldırının bir sembolü.

Bu yüzden inadına, hala çok seviyorum mektup yazmayı.

El yazımla, sevdiklerim için küçük notlar kaleme almayı.

Düşünün bakalım, en son ne zaman mektup yazdınız;  hatırlıyor musunuz?

Ya da ne zaman heyecanla bir mektup açıp okudunuz?

Daha da zor bir soru var sorulacak…

Kaç kişi var hayatınızda oturup da mektup yazabileceğiniz?


***


Çağın gerisinde kalmamak, değişmek önemlidir.

Bu gerçek inkâr edilemez…

Ama değişmenin yanında bir de dönüşmek var.

Asıl tehlikeli olan bu.

Değişmek mevcudun revizyonudur.

Eskinin rötuşlanması, günümüze adapte edilmesidir değişmek.

Dönüşmek ise eskiyi yok edip yerine apayrı bir şey koymaktır.

Tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi…

Dönüşmeyi kabul eden geçmişine sünger çeker.

Çağa yakalanmanın acı bir etkisi işte bu dönüşüm.

Hayatı pratikleştirirken içini boşaltıyoruz farkında olmadan.

Sözde kolaylaştırırken yaşamı, anlamsızlaştırıyoruz yaşadıklarımızı.

Duvardan duvara led televizyonlarda seyrettiğimiz aslında kendi yalnızlığımız.

Otomobili park ederken ekrandan görmesine görebiliyoruz geriyi…

Ama geride bıraktıklarımızı fark edemiyoruz maalesef…

Çağı yakalamak değişimdir…

Çağa yakalanmak ise dönüşüm…

Değişirken dönüşmeyenlere, çağa yakalanmayanlara selam olsun…






























YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...